Преодоляване на границите на медиите в епохата на цифрово господство
1990’larda internetin yaygınlaşması, geniş kesimler için medya üretiminin daha demokratik ve özgür olacağı yönünde büyük umutlar doğurdu; bağımsız siteler, bloglar ve forumlar görece özerk bir ifade alanı yarattı. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından pompalanan “küreselleşme” ideolojisi bu dijital ütopyayı destekliyor, geleneksel medya tekellerinin dağılacağına dair beklentileri büyütüyordu. Ne var ki, Dyer‑Witheford’un “dijital ilkel birikim” dediği süreç hızla devreye girdi: Silikon Vadisi’nin “dünyayı değiştirme” sloganı, teknolojik ilerlemeyi sınıf ilişkilerinden bağımsız göstererek kamusal altyapının özel sermayeye aktarılmasını perdeledi. Devlet destekli Ar‑Ge ve düzenlemelerle beslenen teknoloji şirketleri, İnternet’i yeni birikim alanına dönüştürdü. Bu dönüşüm, 1995’te ABD’de NSFNET omurgasının özel operatörlere devredilmesiyle başladı ve 1996’daki Telekomünikasyon Yasası’yla hız kazanarak iletişim altyapısını piyasa rekabetine açtı; böylece İnternet altyapısı kamusal bir hizmetten ticari bir mala evrildi.[1]
*1996’da ABD’de Telekomünikasyon Yasası’nın geçtiği günlerden bir gazete manşeti
1990’ların sonunda America OnLine’ın (AOL) kapalı “duvarlı bahçe” modeli, kullanıcıları tek şirketin içerik portalına hapsederek çevrimiçi alanın ilk çitleme örneklerinden biri oldu.[2] Aynı dönemde Microsoft’un kendi web tarayıcısı “Internet Explorer”ı Windows işletim sistemine gömerek Netscape’i boğma hamlesi, 1998‑2001 antitröst davasıyla sonuçlandı ve dijital pazarın tekelleşmeye ne kadar açık olduğunu gözler önüne serdi. Başlangıçta kullanıcıların manuel dizinlerle içerik bulduğu web, Yahoo! ve AltaVista gibi arama portalları sayesinde hızla “yeni eşik bekçileri” yarattı; görünürlük artık bu platformların sıralamalarına bağlıydı. 1998’de Larry Page ve Sergey Brin’in Stanford’da geliştirdiği Google, PageRank algoritmasıyla içerikleri popülerlik hiyerarşisine dizerek aramanın çehresini değiştirdi. Böylece mütevazı bir arama motoru, veriyi toplama‑sıralama‑metalaştırma döngüsünü merkezine alarak İnternet’e açılan ana kapıya dönüştü ve kullanıcı davranışlarını görünmez biçimde şekillendiren veri temelli bir tahakküm modeli yarattı.
2000’ler: Sosyal medyanın doğuşu, algoritmaların yükselişi
2000’li yılların başında, dot-com balonunun patlamasının ardından teknoloji şirketleri, sermaye için daha sürdürülebilir dijital stratejiler aramaya başladı. Bu bağlamda öne çıkan “Web 2.0” kavramı, kullanıcı katılımı, paylaşım kültürü ve yatay iletişim gibi kavramlarla parlatılarak pazarlanırken; aslında kullanıcıların içerik üreticisi ve veri kaynağı olarak platformlara entegre edildiği yeni bir sömürü modelini işaret ediyordu.
Sosyal medya platformları henüz yaygınlaşmadan önce, bağımsız forumlar, bloglar ve Indymedia gibi kolektif haber mecraları dijital kamusal alanın omurgasını oluştururken merkezi yayıncılığa karşı yatay bilgi üretim biçimlerini öne çıkarıyor, ifade özgürlüğünü görece piyasa dışı bir zeminde kurmaya çalışıyordu. Ancak Web 2.0’ın ticarileşme dinamikleri hızla bu özerk alanları kuşattı ve kullanıcıların üretim gücü, giderek metalaşan bir veri kaynağına dönüştü. Bu bağlamda, 2004’te Harvard Üniversitesi’nde kurulan Facebook, kısa sürede sosyal medya çağının öncüsü oldu. 2006’da devreye soktuğu “Haber Akışı” özelliğiyle içerikler artık kronolojik değil, şirketin belirlediği algoritmik mantığa göre sıralanıyordu. 2009’da geliştirilen “Kenar Puanı” algoritması, beğeni, yorum ve paylaşım gibi etkileşim verilerini esas alarak görünürlüğü belirlemeye başladı. Böylece bilgi akışının denetimi, kullanıcıların değil, şirketin kapalı kaynaklı kodlarının kontrolüne geçti.
Algoritmaların bu yeniden yapılandırması, yalnızca görünürlük ilişkilerini altüst etmekle kalmadı, medya tüketim alışkanlıklarımızı da temelden sarstı. Geçmişte basılı gazetelerden televizyona, sonra haber sitelerine kayan okur ilgisi, artık ezici bir şekilde sosyal ağlara odaklandı. Bu kaymayla birlikte, geleneksel editoryal süzgeçler işlevini yitirirken, onların yerini beğeni, yorum ve paylaşımlara dayalı ham popülerlik ölçütleri aldı. İşte bu zemin üzerinde Jodi Dean’in “iletişimsel kapitalizm” olarak adlandırdığı yapı yükseldi: İçerikler, anlamlı bir siyasi tartışma açmaktan ziyade, platformların durmak bilmeyen veri toplama çarkını döndüren, sığ ve anlık bir dolaşım nesnesine dönüştü.[3]
Twitter’ın 2006’da kurulmasıyla birlikte bu eğilim daha da derinleşti. “Trend” algoritması sayesinde, anlık popülerlik verileri belirli konu ve haberleri öne çıkarmaya başladı. Böylece hangi bilginin yaygınlaşacağı da şirketlerin algoritmik tercihleri doğrultusunda şekillendi. Habermas’ın tanımladığı kamusal alan ideali -yani herkesin eşit koşullarda erişip katılabildiği rasyonel bir tartışma alanı- yerini, özel mülkiyete ait “filtrelenmiş kamular”a bıraktı. Bu yeni rejim, “dikkat ekonomisi” kavramının merkezî hâle gelmesine neden oldu: platformların gelir modeli, kullanıcının ekranda geçirdiği süreyle doğrudan ilişkilendirildi.
Facebook’un ilk başkanı Sean Parker’ın 2017’de itiraf ettiği gibi, platform tasarımları “insan psikolojisindeki zayıf noktaları istismar etmek” üzere yapılandırılmıştı.[4] Beğeni butonları gibi mikro-mekanizmalar, kullanıcıyı ödül beklentisine sokarak bağımlılık yarattı. Böylece sosyal medya, ifade özgürlüğünü güçlendiren bir araç olmaktan çıkıp, dikkat sürelerinin metalaştığı, duyguların algoritmik manipülasyonla yönlendirildiği bir denetim teknolojisine dönüştü.
Sonuç olarak, 2000’lerin ortasından itibaren kullanıcı emeği ve dikkat, veri haline getirilip şirket kârına dönüştü; kamusal tartışma ise popülerlik sinyallerinin hapsine düştü. Bu dönüşüm, 2010’larda sahte haber krizleri ve seçim manipülasyonları gibi daha derin yapısal sorunların önünü açtı.
2010’lar: Dikkat ekonomisi ve haber ekosisteminin altüst oluşu
2010’lu yıllara gelindiğinde, Facebook, Google ve Twitter gibi platformlar küresel bilgi akışının tartışmasız liderleri hâline gelmişti. Dünya genelinde milyonlarca insan, haberleri geleneksel medya yerine öncelikli olarak bu sosyal platformlardan takip etmeye başladı. Akıllı telefonların yaygınlaşması ve mobil internetin sürekli erişilebilir olması, sosyal medya akışlarını gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası kıldı. Bu durum, medya ekosisteminde köklü bir değişime yol açtı: Haber kuruluşları, geniş kitlelere ulaşabilmek için Facebook ve Google’ın araçlarına bağımlı hâle gelirken, reklam gelirlerinin büyük kısmı hızla bu platformlara kaydı. Dijital reklam pazarının büyük bölümünü ele geçiren Google ve Facebook karşısında, haber sitelerinin geleneksel reklam gelir modelleri çökmeye başladı. Öyle ki Robert McChesney gibi yazarlar, bu denli büyük şirketlerin “sadece demokrasiye değil, kapitalizme de tehdit olduğunu; çünkü yatırımları ve kârları kendilerine çekerek rekabeti boğduklarını” belirterek uyarıyorlardı.[5]
Dikkat ekonomisinin hâkimiyetiyle sosyal medya algoritmaları, en yüksek etkileşimi getiren içerikleri öne çıkarmaya başladı. Bu tercih özellikle seçim dönemlerinde, viral potansiyelli yalan haberleri, komplo teorilerini ve duygusal manipülasyona dayalı paylaşımları editoryal süzgeç olmaksızın yaygınlaştırarak “gerçek” ile “sansasyon” arasındaki sınırı bulanıklaştırdı. Yanlış haberlerin doğrulardan kat kat hızlı yayıldığını gösteren Twitter çalışması, bu dinamiğin ölçeğini ortaya koydu.[6] Böylece doğruluğu meçhul içerik, algoritmaların ödüllendirdiği etkileşim hacmi sayesinde kârlı bir mikro‑endüstri hâline geldi; öfke ve şok, paylaşım döngüsünün ana yakıtı oldu.[7] William Davies’in tespitiyle, “yüksek hızlı mobil internet gerçeği değil, en çekici -çoğu zaman da en öfke uyandıran- içeriği öne çıkaran bir çevrimiçi dünya” yarattı.[8]
Bu yıllarda sıkça duyulan “yankı odası” ve “filtre balonu” kavramları, kullanıcıların yalnızca kendi görüşlerini doğrulayan içeriklerle karşılaştığı bir sosyal medya deneyimini anlatır. Ancak dikkat ekonomisi bunu da aşmıştı: Platformlar kullanıcılara sadece sevdikleri şeyleri göstermekle kalmadı, aynı zamanda onları en çok kızdıracak veya şoke edecek içerikleri de öne çıkardı. Çünkü öfke, tiksinti, şok gibi duygular kullanıcıları daha fazla yorum yapmaya ve paylaşmaya teşvik ediyor, bu da platformun etkileşimini artırıyordu. Böylece 2010’larda sosyal medya, kamusal tartışmayı daha iyi hale getirmek bir yana, daha da kontrolden çıkmış bir duruma soktu. Mantıklı ve derinlemesine analizler gürültü içinde kayboldu.
Dijital çözümcülük perspektifinden bakarsak, 2010’larda teknoloji devleri ortaya çıkan sorunlara karşı hep daha fazla teknolojiyle çözüm aradılar. Evgeny Morozov’un eleştirel olarak tanımladığı çözümcülük, karmaşık toplumsal sorunların sadece doğru kodlar veya algoritmalar çözülebileceğine dair saf bir inançtır. Facebook ve Google, platformlarının yol açtığı yanlış bilgi, gizlilik ihlalleri veya bağımlılık gibi sorunlarda genellikle kendi teknolojilerini düzelterek çare bulabileceklerini iddia ettiler. Örneğin Facebook, 2018’de Haber Akışı algoritmasını arkadaş ve aile içeriklerini öne çıkaracak şekilde değiştirdiğini, “daha anlamlı etkileşimleri” hedeflediğini duyurdu -böylece platformda yayılan sahte haber ve siyasi çekişmeleri azaltmayı umuyordu. Fakat bu tür adımlar çoğunlukla sorunun temelini çözmedi. Morozov, “her soruna dijital bir çözüm bulma takıntısının sığ ve yüzeysel çözümlere yol açtığını” ve karmaşık toplumsal sorunları basitleştirme yanılgısına dikkat çekti.[9] Gerçekten de Facebook’un algoritmayı defalarca “düzeltme” çabaları ya beklenmedik yeni sorunlar yarattı ya da yüzeysel değişimden öteye gidemedi. Bu arada platformların temel iş modeli -yani kullanıcının davranışlarından en çok veriyi toplayıp onu sitede en uzun süre tutma amacı- aynı kaldığı için, çözümcülük girişimleri genellikle kendi kendini baltaladı. Morozov’un altını çizdiği gibi, çözümcülük zihniyeti “mükemmellik peşinde, yaşanan aksaklıkları algoritmalarla gidermeye çalışırken ilerlemenin diğer yollarını kapatabilir” ve sonunda seçilmiş hükümetler yerine Silikon Vadisi’nin geleceği belirlediği bir dünyaya yol açabilir. Nitekim 2010’lar ve sonrasında, teknolojinin neden olduğu toplumsal sıkıntılara verilen yanıt çoğu zaman daha fazla otomasyon, daha fazla yapay zekâ, daha katı veri politikaları oldu -bunların da yeni yan etkileri ortaya çıkmaya devam etti.
*Evgeny Morozov’un yer yer tekno-kötümserliğe kayan To Save Everything, Click Here: The Folly of Technological Solutionism kitabının kapağı
Bu bağlamda, dijital çözümcülüğün sınırları ve platformların veri kullanımındaki sorunlar, 2018’de patlak veren Cambridge Analytica skandalıyla daha da belirginleşti. Cambridge Analytica skandalı, Mart 2018’de The Guardian’ın ifşasıyla ortaya çıktı: Bir kişilik testi uygulaması üzerinden en az 50 milyon Facebook kullanıcısının verisi gizlice çekilmiş ve ABD başkanlık seçimlerinde seçmen mikro hedefleme için kullanılmıştı.[10] Facebook yönetiminin ihlali yıllarca görmezden gelmesi, platformun siyasi manipülasyona ne kadar açık olduğunu gösterdi. Olay yalnızca bir gizlilik skandalı değildi; dijital dikkat ekonomisinin nasıl psikografik propaganda aygıtına dönüşebileceğini gözler önüne serdi. Tepki olarak Facebook’u silme (#DeleteFacebook) kampanyası yükseldi,[11] şirket 5 milyar dolar tutarında rekor Federal Ticaret Komisyonu (FTC) cezası ödedi.[12] Skandal, medyanın artık yalnızca içerik akışından değil, kullanıcı verisinin kitlesel sömürüsünden de beslendiğini netleştirdi.
*Mark Zuckerberg, 2018’de Cambridge Analytica skandalının ardından Capitol Hill’de ifade veriyor. (Fotoğraf: Xinhua/Barcroft Images)
Öte yandan, bu skandallar ve eleştiriler artarken bile, farklı bir iletişim biçimi geliştirmek kolay görünmüyordu. Ki bu akla Mark Fisher’ın ortaya attığı “kapitalist gerçeklik” kavramını getiriyor. Fisher’a göre günümüz toplumunda, kapitalizmin alternatifi olmadığı düşüncesi o kadar yaygın ki, “dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolaydır”.[13] Medya ve iletişim alanında da benzer bir çaresizlik duygusu ortaya çıktı. Facebook’a alternatif kamusal bir sosyal ağ kurmak veya Google’a alternatif, kâr amacı gütmeyen bir arama motoru geliştirmek gibi fikirler gerçekleşmesi zor sayıldı. Facebook’a alternatif diaspora* ve Google’a alternatif DuckDuckGo gibi pek çok çaba da destekçi bulmakta veya yaygınlaşmada zorluklar yaşadı.[14]
Eleştiriler ne kadar artsa da, çoğu insan ve kurum “yine de bu platformlara mecburuz” düşüncesinden kurtulamadı. Bu da medya alanında bir tür kapitalist gerçeklik durumu yarattı: Büyük teknoloji platformlarının egemenliği o kadar doğal ve kaçınılmaz görülmeye başlandı ki, farklı bir (dijital) iletişim düzeni hayal etmek zorlaştı. Mesela 2010’larda gazeteciler Facebook’a kızıyor ama haberlerini tanıtmak için yine orada paylaşıyordu; Google arama sonuçlarından şikâyetçi olan yayıncılar, aynı zamanda Google Haberler’de üst sıralara çıkmak için çaba harcıyordu.
Teknoloji devleri ve yeni sağ ittifakı
2010’ların sonuna gelindiğinde, büyük teknoloji şirketleri yalnızca ekonomik devler değil, aynı zamanda doğrudan siyasi aktörler hâline geldi; bazı liderler açıkça yeni sağ popülist hareketlerle yan yana görünmeye başladı.[15]
PayPal’ın kurucularından ve Facebook’un erken yatırımcısı Peter Thiel, Temmuz 2016’daki Cumhuriyetçi Ulusal Kongre’de Donald Trump’ı sahnede destekledi; ardından kampanyaya bağış yaptı ve başkan seçildikten sonra geçiş ekibine katıldı.[16] Bu çıkış, Silikon Vadisi sermayesiyle Trump’ın sağ popülizmi arasında kurulan ilk yüksek profilli köprüyü simgeledi. Facebook, aynı yıl “Trending Topics” sekmesinde muhafazakâr haberleri baskıladığı iddiasıyla krize sürüklendi; Mark Zuckerberg, Menlo Park’ta önde gelen sağcı kanaat önderleriyle buluşarak platformun “tarafsızlığını” savundu.[17] 2018’e ait şirket içi belgeler ise Haber Akışı güncellemesinin sağcı sitelerin etkileşimini orantısız biçimde artırdığını ve yönetimin “muhafazakârlarla çatışmamak” gerekçesiyle müdahaleden kaçındığını gösterdi.[18][19]
*Peter Thiel ve Elon Musk 1999’da şirketleri PayPal hakkında bir haber için poz verirken. (Fotoğraf: Business Insider)
2022’de dünyanın en zengin insanı Elon Musk, Twitter’ı 44 milyar dolar karşılığında satın alıp X’e dönüştürdü ve nefret söylemi kısıtlamalarını gevşetti. Kısa sürede aşırı sağcı grupların mecradaki etkileşimi yükseldi; Musk’ın sağcı sosyal medya fenomeni Andy Ngo ile etkileşime girip “antifa” hesaplarının rapor edilmesini istemesi sonrası çok sayıda sol gazeteci ve eylemcinin hesabı askıya alındı.[20] Harvard Kennedy School’un incelemesi, Musk devralımından sonraki ilk aylarda “tartışmalı” aktörlerin görünürlüğünün yaklaşık %70 arttığını saptadı.[21]
Donald Trump’ın dört yıl aradan sonra yeniden ABD Başkanı olarak göreve başlamasının 20 Ocak 2025’teki yemin töreni, sağ siyaset ile teknoloji devlerinin birlikteliğinin doruğuna işaret etti: Meta’nın sahibi Mark Zuckerberg, Amazon’un sahibi Jeff Bezos, Google CEO’su Sundar Pichai, Tesla‑SpaceX’in sahibi Elon Musk ve diğer teknoloji devleri Rotunda’daki yemin töreninde ön sıralarda yer aldı.[22] Sahnede Trump’la birlikte görüntülenen bu isimler, teknoloji şirketlerinin ABD’deki siyasi merkezle kurduğu yeni ittifakın görsel simgesi hâline geldi.
*Donald Trump’ın yemin töreninde teknoloji tekellerinin sahipleri ve CEO’ları yan yana. (Fotoğraf: The Atlantic)
Böylece birkaç CEO’nun elinde toplanan bu dijital altyapı, içerikten dağıtıma kadar tüm iletişim zincirini kontrol edecek ölçüde sağ siyasette cisimleşti; yalnızca hangi bilginin üretileceğine değil, kime hangi sırayla ulaşacağına da karar verebilen küresel bir propaganda makinesine dönüştü.
Habercilik krizi: Nitelikli içerikten dikkat ve haz odaklı tüketime geçiş
Önceki bölümlerde ortaya koyduğumuz büyük teknoloji platformlarının yükselişi, algoritmik kontrolün artan egemenliği ve dikkat ekonomisinin belirleyici hâle gelmesi, yalnızca siyasi tartışmaları ve kamusal alanı yeniden şekillendirmekle kalmadı; aynı zamanda gazetecilik mesleğinin temellerini ve nitelikli haber üretimini de derinden sarstı. Kamu yararını gözeten, derinlemesine araştırmaya ve titiz doğrulamaya dayalı olan ve ana akımdan sıyrılan özgür, bağımsız ve alternatif gazetecilik pratikleri, platformların dayattığı yeni işleyiş biçimleri ve ekonomik baskılar altında ciddi biçimde zayıfladı. Bu yapısal dönüşümün habercilik üzerindeki çok boyutlu etkilerini genel olarak şöyle sıralayabiliriz:
1. Reklam gelirlerinin kaybı ve medyanın ekonomik temelinin sarsılması
Dijitalleşmenin getirdiği en yıkıcı sonuçlardan biri, pek çok haber kuruluşunun temel gelir kaynağı olan reklam gelirinin büyük teknoloji platformları tarafından ele geçirilmesi oldu. Google ve Facebook, kullanıcı verilerini kullanarak sundukları hedefli reklamcılık imkânlarıyla dijital reklam gelirlerinin aslan payını topladılar; öyle ki, 2010’ların sonuna gelindiğinde dünya dijital reklam harcamalarının %60’ından fazlası bu iki şirketin kasasına girdi.[23] Bu devasa ekonomik güç kayması, gazeteler, dergiler ve bağımsız haber siteleri gibi medya organlarını finansal olarak nefes alamaz hâle getirdi. Dijital reklam pazarında platformlarla rekabet edemeyen ve geleneksel gelir modelleri çöken birçok haber kuruluşu, ayakta kalabilmek için ya küçülmeye gitti ya birleşti ya da tamamen kapandı. Bu durumdan en ağır darbeyi alan alanlardan biri yerel gazetecilik oldu; pek çok yerel gazetenin kapanması, “haber çölleri” olarak adlandırılan, yerel haberlere erişimin neredeyse imkânsızlaştığı bölgelerin ortaya çıkmasına neden oldu. Medyanın yaşadığı bu derin finansal kriz, doğrudan editoryal kapasiteyi ve içerik kalitesini etkiledi: Haber odalarındaki personel sayısı azaldı, tecrübeli ve genellikle daha fazla maaş alan araştırmacı muhabirler işten çıkarıldı, kalan gazeteciler ise azalan kaynaklar ve kısıtlı zamanla daha fazla içerik üretme baskısı altına girdi. Bu, özellikle zaman ve kaynak gerektiren derinlemesine, araştırmacı gazeteciliğin yapılmasını zorlaştırdı.
*ABD’den bir “haber çölü” haritası. Kaynak: UNC Hussman School of Journalism and Media
2. Algoritmik baskı, tıklanma peşinde koşma ve içeriğin yüzeyselleşmesi
Platformların algoritmaları, kullanıcıların dikkatini en üst düzeyde tutmayı ve etkileşim (tıklama, beğeni, yorum, paylaşım) yaratmayı temel ölçüt olarak benimsedikçe, haber kuruluşları da bu yeni sisteme adapte olmak zorunda kaldı. Platformlarda görünür olmak ve trafik çekerek reklam geliri elde etmek isteyen medya siteleri, içeriğin niteliğinden çok, “tıklanma potansiyeline” odaklandı ve “tık avcılığı” (clickbait) yöntemlerine yoğunlaştı. Yayınlar, algoritmaların daha çok öne çıkaracağını umduğu abartılı, yanıltıcı veya duygusal başlıklar atmaya, içeriklerinde sansasyon ve magazin dozunu artırmaya başladı. “Son dakika” etiketiyle sunulan yanıltıcı veya önemsiz içerikler, bitmek bilmeyen fotoğraf galerileri ve hızlıca taranan listeler yaygınlaştı.[24]
Bu taktikler, haberciliğin içerik niteliğini doğrudan düşürdü; derinlemesine araştırma ve bağlam sunma gerektiren karmaşık konular yerine, hızla üretilip hızla tüketilecek, kolayca etkileşim yaratacak “hafif” içerikler daha çok değer gördü. Sosyal medyada duygusal tepkileri veya öfkeyi tetikleyerek hızla yayılabilecek hikâyeler öncelik kazanırken, haberin doğruluğu veya arka planındaki önemli bağlamlar ikinci plana atıldı. Bu süreçte habercilik, kamusal değeri veya doğruluğu gibi niteliksel ölçütlerden ziyade, tıklanma sayısı, paylaşım oranı, sitede geçirilen süre gibi nicel metriklerle değerlendirilir hâle geldi. Nitelikten çok niceliğin hâkim olduğu bu anlayış, içeriğin hızla yayılacak, dikkat çekecek ve trafik getirecek şekilde basitleşmesine yol açtı.
3. Platformların dikte ettiği içerik formatları ve editoryal bağımsızlığın aşınması
Büyük teknoloji platformları, algoritmalarını güncelleyerek veya yeni özellikler sunarak içeriklerin hangi formatta üretilmesi gerektiğini dolaylı yoldan dikte etme gücüne sahip oldular. Platformlar belirli bir formatı (örneğin video) algoritmalarında öne çıkardıkça, haber kuruluşları bu yeni kurala uymak zorunda kaldı. Facebook’un Haber Akışı’nda videoya daha fazla öncelik vermeye başlaması gibi gelişmeler, birçok dijital yayın organının stratejisini “video’ya dönüş” olarak değiştirmesine yol açtı. Uluslararası birçok büyük medya kuruluşu, sırf platformların beklentilerine uymak için haber odalarındaki deneyimli yazılımcıları veya muhabirleri işten çıkararak video üretim ekipleri kurdu ve kısa, platforma özel video içeriklere yatırım yaptı.
Ancak 2018’de Facebook’un video izlenme metriklerini yanlış hesapladığı ve reklamverenleri yanılttığı ortaya çıktığında, platform video önceliğini azalttı; bu stratejiye güvenerek yatırım yapan yayınlar ise büyük zarar gördü.[25] Gençlere yönelik haber sitesi Mic gibi örnekler, Facebook’un video politikasına aşırı güvenip yazılı içeriklerini dramatik şekilde azaltması sonucu trafiğinin %70’ten fazla düşmesi ve nihayetinde şirketin satılmasıyla, platformların keyfi ve hızla değişen kararlarının medya kuruluşlarını nasıl iflasın eşiğine getirebileceğinin çarpıcı bir örneği oldu.[26] Bu durum, editoryal kararların ve yayın kaynaklarının dağılımının artık okur veya kamu yararı taleplerine göre değil, büyük ölçüde platformların değişken algoritmaları ve ticari çıkarlarına göre belirlenir hâle geldiğini gösteriyordu. Medya kuruluşları, platformların bir uzantısı gibi davranmaya zorlandı.
4. Haberin sosyal medya akışlarında tüketimi, bağlam kaybı ve bilgi kirliliğinin artması
Kullanıcıların haberlere doğrudan haber sitelerini ziyaret etmek yerine, büyük ölçüde sosyal medya akışlarında maruz kalması, haberin tüketim şeklini temelden değiştirdi ve ciddi sonuçlar doğurdu. Sosyal medya akışlarında haberler, genellikle orijinal kaynaklarından koparılmış, kırpılmış veya sadece bir başlık ve kısa bir önizlemeden ibaret şekilde görünmeye başladı. Bu durum, haberin bağlamının kaybolmasına, detayların gözden kaçmasına ve yanlış veya eksik bilgilerin hızla yayılmasına zemin hazırladı.
Dahası bugün, sosyal medya akışlarında ciddi haber içerikleri kişisel paylaşımlar, reklamlar, eğlence videoları ve diğer dikkat dağıtıcı unsurlarla yan yana, aynı format içinde sunuluyor. Bu “düzleştirilmiş” akış içinde, derinlemesine bir araştırma haberi ile komik bir video veya bir komplo teorisi yayını aynı “içerik nesnesi” muamelesi görebiliyor. Bu durum, içeriklerin ciddiyet düzeyini anlamsızlaştırarak, derinlik yerine anlık dikkat çekmeye ve haz odaklı, yüzeysel bir tüketim alışkanlığı yaratıyor. Kullanıcılar bir haberi okumaya başlasa bile, etrafında sürekli akan sayısız başka içeriğin (öneriler, yorumlar, bildirimler vb.) dikkati dağıtması, derinlemesine okuma ve anlama süreçlerini giderek zorlaştırıyor. Birçok kullanıcı, karmaşık konular hakkında sadece başlığa veya birkaç cümleye bakarak hızlıca fikir yürütme veya yargıya varma eğiliminde oluyor. Bu durum, özellikle yalan haberler ve dezenformasyonla mücadeleyi son derece güçleştiriyor, zira yanıltıcı ve kışkırtıcı bir başlık, detayına inilmeden hızla benimsenen yanlış bilgilere yol açabiliyor. Haber, bilgi akışının bir parçası olmaktan çıkıp, dikkat ve etkileşim peşinde koşan bir “gösteriye” dönüştü.
5. Gazetecinin konumu, mesleğin algısı ve SEO kaynaklı dönüşüm
Sosyal medyanın birincil bilgi ve haber kaynağı hâline gelmesi, gazetecilik mesleğinin toplumsal konumunu ve algısını da kökten değiştirdi. Geleneksel medyada haberin güvenilirliği belirli editoryal yapılara bağlıyken -ki elbette bu da ana akım gazetecilik tarafında zaten ciddi bir biçimde sorunluyken- sosyal medya platformları bireylerin veya doğrulanmamış kaynakların da geniş kitlelere ulaşmasına imkân tanıdı. Bu durum, bir yandan “yurttaş gazeteciliği” gibi yeni seslerin duyulmasını sağlasa da, diğer yandan denetimsiz bilgi kirliliğine ve artan güvencesiz (freelance çalışma, düşük ücretler) çalışma koşullarına yol açtı.
Büyük platformların algoritmaları, editoryal süreçlerden geçmiş, emek yoğun araştırmalar sonucu ortaya çıkmış doğrulanmış bir haberi, bir dedikodu hesabının yaydığı veya kâr amacı güden bir “içerik çiftliğinin” ürettiği uydurma bir bilgiden ayırt etmekte zorlanır; hatta daha “ilgi çekici” veya kışkırtıcı olduğu için yalan içerikleri daha fazla öne çıkarma eğilimi gösterir. Bu durum, ciddi gazetecileri eşi benzeri görülmemiş bir zorlukla karşı karşıya bıraktı. Emek yoğun araştırmacı gazetecilik yapmak yerine, platformların algoritmalarının sevdiği, hızlı tüketilecek, kolayca etkileşim getirecek “SEO dostu” içerikler üretme baskısı arttı. Haber kuruluşları, arama motorları ve sosyal medya platformlarında bulunabilmek ve görünürlük kazanmak uğruna haber üretim süreçlerini tamamen değiştirmek zorunda kaldılar. Hangi konuların haber yapılacağı, başlıkların nasıl atılacağı, metinlerin yapısı ve uzunluğu, artık gazetecilik prensiplerinden çok, algoritmaların nasıl çalıştığına dair varsayımlara ve arama eğilimlerine göre belirlenir oldu. Bu durum, habercilikte metriklerin (tıklanma, trafik, anahtar kelime uyumu gibi nicel verilerin) niteliksel ölçütlerin (doğruluk, derinlik, kamusal önem gibi) önüne geçtiği bir anlayışın yerleşmesine neden oldu.
SEO stratejilerine yatırım yapmayan veya bu karmaşık ve sürekli değişen sisteme ayak uyduramayan daha küçük, bağımsız veya yerel mecralar, dijital alanda görünmez hâle gelerek büyük bir okur kitlesi ve etki alanı kaybı yaşadı. Gazetecilik mesleği, artan güvencesizlik ve algoritmik belirleyicilik nedeniyle prestij kaybına uğrarken, kamusal hizmet olarak algılanması zayıfladı; doğruluk ve derinlikten çok, hız ve erişim odaklı bir “içerik üretme” işine dönüştü.
6. Platformların içerik denetimi ve haber özgürlüğü üzerindeki yeni sansür biçimleri
Büyük teknoloji platformları, kendi belirledikleri “topluluk standartları” ve karmaşık algoritmalar aracılığıyla dijital içerik akışını ve kamusal söylemi kontrol etme konusunda devasa bir güç elde etti. Bu denetim, sözümona nefret söylemi, şiddeti veya dezenformasyonu engellemek gibi meşru amaçlar taşısa da, pratikte sıklıkla keyfi uygulamalara, şeffaf olmayan kararlara veya siyasi/ticari çıkarlarla güdümlü sonuçlara yol açıyor. Devletlerin ifade özgürlüğü üzerindeki artan baskılarıyla şirketlerin ticari çıkarları ve kendi siyasi eğilimleri birleştiğinde, dijital dünyada güçlü ve tehlikeli bir tahakküm yapısı beliriyor. Bu yapı, hem ulusal sınırlar içinde hem de uluslararası rekabet gerekçesiyle, özellikle merkez üssü konumunda bulunan ABD’nin etkisi ve dinamikleriyle şekilleniyor.
Özellikle ABD ve Avrupa’da, Filistin mücadelesini destekleyen içeriklerin sistematik olarak engellenmesi, sansürlenmesi ve gölge sansürlemeye (shadow banning) maruz kalması bu durumun çarpıcı örneklerinden biri. Access Now’ın 2024 tarihli raporunda da belirttiği üzere Meta’ya ait Instagram ve Facebook gibi platformlar, Filistin direnişiyle ilgili paylaşımları sık sık kısıtlıyor, görünürlüğünü azaltıyor, kullanıcı hesaplarını askıya alıyor veya tamamen kapatıyor.[27] Platformların algoritmaları, “şiddet içeriği” gibi geniş ve yoruma açık gerekçelerle, Gazze’den gelen insan hakları ihlallerini belgeleyen fotoğraf ve videoları kaldırabiliyor. Bu da Filistinlilerin maruz kaldığı baskı ve ihlallerin dünya kamuoyundan gizlenmesine yol açıyor.
Benzer denetim ve sansür mekanizmaları farklı siyasi ve toplumsal bağlamlarda da kendini gösteriyor. Örneğin, ABD’de 6 Ocak Kongre baskını gibi olaylar sonrası platformlar, şiddeti teşvik eden, seçim sonuçlarını reddeden veya isyanı koordine eden içeriklere karşı sert önlemler aldı. Bu süreçte birçok hesap askıya alındı, içerikler kaldırıldı. Ancak bu kararlar, platformların hangi siyasi söylemi “radikal” veya “tehlikeli” olarak tanımladığı ve bu denetimin ifade özürlüğünü nasıl etkilediği konusunda ciddi tartışmalara yol açtı. Daha güncel bir örnek olarak, Elon Musk’ın X (önceki adıyla Twitter) platformunu devralmasının ardından içerik denetimi politikalarındaki köklü değişiklikler, daha önce yasaklanmış tartışmalı hesapların geri getirilmesi ve denetim ekibinin küçültülmesi gibi adımlar, platformların denetim standartlarının ne denli değişken ve sahiplerinin ideolojilerine bağlı olabileceğini gösterdi. Algoritmaların belirli görüşleri öne çıkarma veya gizleme biçimleri de şeffaflık eksikliği nedeniyle sürekli bir endişe kaynağı olmaya devam ediyor.
Türkiye gibi ülkelerde ise, devletin doğrudan veya dolaylı baskısıyla, muhalif seslerin, gazetecilerin veya eylemcilerin hesaplarının geçici veya kalıcı olarak askıya alınması, içeriklerinin mahkeme kararlarıyla kaldırılması veya platformlara erişimin kısıtlanması gibi örnekler sık sık yaşanıyor. Sosyal medya yasaları aracılığıyla platformların hükümet taleplerine uymaya zorlanması, bu ülkelerdeki dijital sansürün yeni bir boyutunu oluşturuyor. Bu örnekler, platformların “topluluk standartlarını” esneterek veya algoritmalarını manipüle ederek, devlet otoritelerinin siyasi ajandalarına hizmet edebileceği gerçeğini acı bir şekilde gösteriyor.
Bu tür uygulamalar, haber akışının ve kamusal tartışmanın büyük teknoloji şirketlerinin siyasi önceliklerine, ticari baskılara ve şeffaf olmayan algoritmik kararlarına ne ölçüde bağımlı hâle geldiğini çarpıcı biçimde gösteriyor. Geleneksel devlet sansürüne ek olarak, artık şirketlerin kendi çıkarları, siyasi pozisyonları veya dışarıdan gelen baskılar doğrultusunda şekillenen yeni ve sinsi bir sansür türüyle karşı karşıyayız. Bu durum, haber özgürlüğüne, ifade hürriyetine ve kamunun sağlıklı bilgiye erişim hakkına yönelik çok ciddi bir tehdit oluşturuyor. Sansür artık sadece devletin doğrudan müdahalesiyle değil, aynı zamanda ticari pazarlıklar, siyasi baskılar veya şeffaf olmayan “topluluk standartları” uygulamalarıyla da kendini gösteriyor ve dijital kamusal alanın özgürlüğünü temelden sarsıyor.
Yapısal dönüşümü anlamak ve medyada kapitalist gerçeklik duvarını yıkmak
Geldiğimiz noktada, Mark Fisher’ın işaret ettiği “kapitalist gerçeklik” duvarı, medya alanında da karşımıza çıkıyor: Teknoloji devlerinin kurduğu bu düzenin alternatifi olmadığına dair yaygın ve içselleştirilmiş bir kanı var. Facebook’suz, Google’sız bir dünya hayal etmek bile zor geliyor. Ancak bu karamsar tabloya teslim olmak zorunda değiliz. Tam da bu boğucu atmosferde, mevcut gidişata karşı çıkan, alternatif medya ve iletişim biçimleri yaratmaya çalışan önemli direniş damarları ve radikal fikirler filizleniyor.
Mevcut duruma bir yanıt olarak, kâr amacı gütmeyen, okur destekli yayınlar ve dayanışmaya dayalı yayın kooperatifleri gibi modeller, platformların ekonomik ve algoritmik hegemonyasına karşı değerli bir direniş hattı oluşturuyor. Bunlar, haberciliği piyasanın ve tıklanma baskısının dışına çıkarma çabaları olarak öne çıkıyor. Ancak daha köklü bir dönüşüm için, medyanın ve iletişim altyapısının tamamen piyasa mantığının dışına çıkarılması tartışılıyor. James Muldoon gibi düşünürler, Google, Facebook (Meta), Amazon gibi devlerin artık modern toplumun temel altyapıları (tıpkı elektrik, su şebekeleri gibi) hâline geldiğini vurguluyor. Bu nedenle bu platformların, birkaç şirketin ve hissedarın kâr hırsına terk edilemeyeceğini, kamusal ya da kolektif mülkiyet altına alınarak demokratik denetimle işletilmesi gerektiğini savunuyorlar.[28]
Bu gibi arayışlar, daha cesur soruları da gündeme getiriyor:
● Kişisel verilerimizin şirketlerin ticari metası olmaktan çıkarılıp, toplum yararına kullanılacak şekilde kolektif olarak yönetildiği “veri müşterekleri” oluşturulabilir mi?
● Platformların bizi nasıl manipüle ettiğini anlamak için algoritmalarının şeffaflaştırılıp bağımsız kamusal denetime açılması talep edilebilir mi?
● Tek bir şirketin keyfi kararlarına bağlı olmayan, kullanıcıların kendi topluluklarını yönetebildiği, merkeziyetsiz sosyal ağ protokolleri (Mastodon ve ActivityPub ekosistemi gibi) geliştirilip yaygınlaştırılabilir mi? Bu gibi araçların yaygınlaşması için “kullanıcı dostu” arayüzler de dahil olmak üzere neler yapmalıyız?
● Devletin veya kamu kuruluşlarının, temel dijital hizmetleri (güvenilir arama motorları, reklamsız sosyal ağlar, bulut depolama gibi) kâr amacı gütmeden bir kamu hizmeti olarak sunacağı “dijital kamu altyapıları” inşa edilebilir mi?
● Teknoloji tekellerinin gücünü kırmak için antitröst yasaları daha etkin kullanılarak bu devasa şirketler parçalanabilir mi?
● Önümüzdeki dönemde medya alanında kullanımı artacak “yapay zekâ” pratikleri karşısında hakikat anlatısını nasıl inşa edeceğiz?
Bugün alternatif fikirler ya henüz filizlenme aşamasında ya da baskının sıradanlaştığı bizimki gibi coğrafyalarda, iktidarların ekonomik ve siyasi kuşatması nedeniyle şimdilik hayata geçirilemez durumda. Ancak bu bizlere onların potansiyelini küçümsememizi değil, bu baskı koşullarını mücadeleyle aşma gerekliliğini hatırlatmalı.
Dijital platformların yarattığı bu bağımlılık döngüsüne, dikkat sömürüsüne ve siyasi manipülasyona teslim olmak kaderimiz değil. İletişimi sadece bu şirketlerin çizdiği dar ve kârlı sınırlara hapsetmek, bağımsız gazeteciliği öldürüyor, kamusal tartışmayı zehirliyor ve bizi birbirimizden koparıyor. Bu dijital kuşatmaya karşı direnmek, sadece teknolojik araçlarla da olmayacak üstelik. Birbirimizi bulduğumuz yüz yüze kurulan ilişkiler, basılı yayınlar, bağımsız radyolar, yerel ve kolektif medya girişimleri gibi “eski” ve “yeni” tüm iletişim kanallarını canlı tutmak ve özkaynaklarımızı yaratacak ihtimaller peşinde koşmak iletişimsel kapitalizmin yarattığı daralmaya karşı güçlü birer panzehir olacak.
Medyamızın ve iletişim altyapımızın mülkiyetini ve kontrolünü, birkaç teknoloji devinin ve onlarla işbirliği yapan siyasi güçlerin elinden geri almak, 21. yüzyılın en kritik mücadele hatlarından biri olacak. Platformların dayattığı oyunun kurallarını reddetmek, kamusal denetimi güçlendirmek, kullanıcı odaklı, bağımsız ve demokratik medya ağlarını savunmak, yukarıda tartışılan ve daha nice radikal alternatif iletişim biçimlerini hayal etmek, geliştirmek ve yaygınlaştırmak zorundayız.
Mevcut düzenin ne kadar köklü ve yaygın olduğunu görmek bizi umutsuzluğa değil, tam tersine daha bilinçli, daha örgütlü ve daha cesur adımlar atmaya itmeli. Platformların duvarlarla çevrili bahçelerinin dışına çıkarak yeni kamusal alanlar yaratmak, dijital teknolojinin tüm potansiyelini kâr hırsı için değil, insanlığın özgürleşmesi ve ortak iyiliği için kullanmak hâlâ mümkün ve her zamankinden daha acil.
Unutmayalım: Medya alanında da kapitalist gerçeklik duvarını yıkmak bizim elimizde!
Dipnotlar:
[1] NSFNET (National Science Foundation Network), Amerika Birleşik Devletleri’nde 1985 yılında Ulusal Bilim Vakfı (NSF) tarafından kurulan bir bilgisayar ağıdır. İnternetin öncüsü ARPANET’ten sonra oluşturulan NSFNET, üniversiteler ve araştırma merkezleri arasında yüksek hızlı veri iletişimini sağlamak amacıyla kurulmuştur. NSFNET, 1995 yılına kadar İnternet’in omurgası işlevini görmüştür.
1996 Telekomünikasyon Yasası (Telecommunications Act of 1996), ABD’de iletişim sektörünü piyasalaştırmak ve deregülasyonu hızlandırmak amacıyla çıkarılan bir yasadır. Yasa, telekomünikasyon alanında rekabeti artırma iddiasıyla hazırlanmış olsa da pratikte büyük şirketlerin medya üzerindeki kontrolünü pekiştirmiş ve sektördeki tekelleşmeyi derinleştirmiştir.
[2] AOL’nin “duvarlı bahçe” modelinde kullanıcılar İnternet’in tamamına serbestçe erişmek yerine, öncelikli olarak AOL’nin kendi platformu içinde barındırdığı veya sıkıca entegre ettiği içeriğe (haberler, makaleler), hizmetlere (e-posta, sohbet odaları) ve portallara yönlendirilirdi.
[3] Jodi Dean’in “iletişimsel kapitalizm” kavramıyla yakın anlamlara sahip pek çok kavram üretildi. “Bilişsel kapitalizm” ve “dijital kapitalizm” akla ilk gelenlerden birkaçı. Her birine yöneltilebilecek eleştiriler olmakla birlikte yazının çizmeye çalıştığı siyasi hat açısından en uygun olanın “iletişimsel kapitalizm” olduğunu düşünüyoruz.
[4] Olivia Solon, “Ex-Facebook president Sean Parker: site made to exploit human ‘vulnerability’”, The Guardian. Bağlantı: https://www.theguardian.com/technology/2017/nov/09/facebook-sean-parker-vulnerability-brain-psychology
[5] Olivia Solon, “2016: the year Facebook became the bad guy”, The Guardian, Bağlantı: https://www.theguardian.com/technology/2016/dec/12/facebook-2016-problems-fake-news-censorship
[6] Katie Langin, “Fake news spreads faster than true news on Twitter—thanks to people, not bots”, Science. Bağlantı: https://www.science.org/content/article/fake-news-spreads-faster-true-news-twitter-thanks-people-not-bots
[7] Paul Lewis, “Our minds can be hijacked': the tech insiders who fear a smartphone dystopia”, The Guardian. Bağlantı: https://www.theguardian.com/technology/2017/oct/05/smartphone-addiction-silicon-valley-dystopia
[8] William Davies, Why can’t we agree on what’s true any more?, The Guardian. Bağlantı: https://www.theguardian.com/media/2019/sep/19/why-cant-we-agree-on-whats-true-anymore
[9] Evgeny Morozov, To Save Everything, Click Here: The Folly of Technological Solutionism. PublicAffairs.
[10] Carole Cadwalladr ve Emma Graham-Harrison, “Revealed: 50 million Facebook profiles harvested for Cambridge Analytica in major data breach”, The Guardian. Bağlantı: https://www.theguardian.com/news/2018/mar/17/cambridge-analytica-facebook-influence-us-election
[11] Olivia Solon, “WhatsApp co-founder joins call to #DeleteFacebook as fallout intensifies”, The Guardian. Bağlantı: https://www.theguardian.com/technology/2018/mar/20/facebook-cambridge-analytica-whatsapp-delete
[12] “FTC Imposes $5 Billion Penalty and Sweeping New Privacy Restrictions on Facebook”. Bağlantı: https://www.ftc.gov/news-events/news/press-releases/2019/07/ftc-imposes-5-billion-penalty-sweeping-new-privacy-restrictions-facebook
[13] Mark Fisher, Kapitalist Gerçekçilik Başka Alternatif Yok mu?, çev. Gül Çağalı Güven, Habitus Kitap.
[14] Aradan geçen yıllar ister istemez alternatiflerin gelişmesi için zemin hazırladı. Bugün Mastodon, Signal, DuckDuckGo gibi farklı platformlar ve araçlar eskiye göre daha popüler diyebiliriz
[15] Sam Thielman, “‘Call me’: Donald Trump woos tech leaders at New York meeting”, The Guardian. Bağlantı: https://www.theguardian.com/us-news/2016/dec/14/donald-trump-google-facebook-amazon-microsoft
[16] Julia Carrie Wong, “Peter Thiel takes Trump’s Muslim ban ‘seriously but not literally’”, The Guardian, Bağlantı: https://www.theguardian.com/technology/2016/oct/31/peter-thiel-defends-donald-trump-muslim-ban-mexico-wall
[17] Ben Guarino, “Facebook’s Mark Zuckerberg meets with influential conservatives after claim of political bias in trending topics feature” The Washington Post. Bağlantı: https://www.washingtonpost.com/news/morning-mix/wp/2016/05/19/facebooks-mark-zuckerberg-meets-with-influential-conservatives-amid-concern-over-political-bias-in-trending-topics-feature/
[18] Sarah Ellison ve Elahe Izadi, “‘Definitely not the results we want’: Facebook staff lamented ‘perverse incentives’ for media”, The Washington Post. Bağlantı: https://www.washingtonpost.com/business/2021/10/26/conservative-media-misinformation-facebook/
[19] Elizabeth Dwoskin, Craig Timberg ve Tony Romm, “Zuckerberg once wanted to sanction Trump. Then Facebook wrote rules that accommodated him.”, The Washington Post. Bağlantı:
https://www.washingtonpost.com/technology/2020/06/28/facebook-zuckerberg-trump-hate/
[20] Robert Mackey ve Micah Lee, “Left-Wing Voices Are Silenced on Twitter as Far-Right Trolls Advise Elon Musk”, The Intercept. Bağlantı: https://theintercept.com/2022/11/29/elon-musk-twitter-andy-ngo-antifascist/
[21] Christopher Barrie, “Did the Musk takeover boost contentious actors on Twitter?”, Misinformation Review. Bağlantı: https://misinforeview.hks.harvard.edu/article/did-the-musk-takeover-boost-contentious-actors-on-twitter/
[22] Ali Swenson, “Trump, a populist president, is flanked by tech billionaires at his inauguration”, The Associated Press, Bağlantı:
https://www.businessinsider.com/trump-inauguration-ceo-guests-bezos-zuckerberg-musk-2025-1
[23] Felix Richter, “25 Percent of Global Ad Spend Goes to Google or Facebook”, Statista. Bağlantı: https://www.statista.com/chart/12179/google-and-facebook-share-of-ad-revenue/
[24] Yazının kapsamında Türkiye’deki haber kuruluşlarına pek değinmedik ama bu “son dakika”cılığa bağımsız, özgür basın tarafında da maalesef sıkça rastlıyoruz.
[25] Brian Feldman, “Facebook Risks Losing the Trust of Its Only Real Customers”, The New York Mag. Bağlantı: https://nymag.com/intelligencer/2018/10/lawsuit-facebook-inflated-video-viewership-numbers.html
[26] Digiday, “Pivoting to nowhere: How Mic ran out of radical makeovers”. Bağlantı:
https://digiday.com/media/mic-transformations-pivoting-nowhere
[27] Access Now, “Meta must act: stop the systematic censorship of Palestinian voices”. Bağlantı: https://www.accessnow.org/press-release/meta-systematic-censorship-palestinian-voices/
[28] James Muldoon, “The Internet Platforms We All Use Should Be Publicly Owned and Democratically Controlled”, Jacobin. Bağlantı: https://jacobin.com/2022/02/web3-social-media-google-utility-worker-coops
(DS/VC)