Bilim, insanlığın ilerlemesi için vazgeçilmez bir anlama sahiptir. Merak duygusuyla yola çıkan bilim insanları, evrenin sırlarını aralamak ve yaşamı daha iyi bir hâle getirmek için sayısız araştırma ve deney yürütür. Ancak bu yolda atılan her adım istenen sonuçları vermeyebilir, toplumda tartışmalar ortaya çıkarabilir.
Biz de bu içeriğimizde tarihteki bazı tartışmalı çalışmalara yer vereceğiz. Bilim insanlarını pişman eden, toplumdan tepki çeken bu deneyler iyi niyetlerle başlasalar da büyük tartışmalara neden olmuşlardı. Gelin lafı çok uzatmadan deneylere göz atalım.
Tuskegee Frengi çalışması (1932)
1932 yılında başlayan Tuskege Frengi çalışması, bilim tarihinin en tartışmalı deneylerinden biri olarak tarihe geçmeyi başarmıştı. Bu deneyde Afrika kökenli ABD’li yüzlerce erkek; “kan hastalığı izleniyor” denilerek bilgilendirilmeden çalışmaya alındı. Temel amaç frengi hastalığının tedavi edilmediği takdirde doğal seyrini gözlemlemekti.
Ayrıca ağır etik ihlallerinden biri de 1940’ların ortasından itibaren frenginin etkili tedavisi olan penisilin yaygınlaşmasına rağmen katılımcılara tedavi sunulmamasıydı. Maalesef bunlar sonucunda birçok denek hayatını kaybetti. Deney, 1972 yılında basına sızdırılmasıyla ortaya çıktı.
Stanford hapishane deneyi (1971)
1971 yılında Stanford Üniversitesi’nde psikolog Philip Zimbardo tarafından yürütülen bu deney, sosyal rollerin insan davranışları üzerindeki etkisini ölçmeyi amaçlıyordu. Tamamen sağlıklı ve sıradan üniversite öğrencilerinden bir grup rastgele „gardiyan“ ve „mahkum“ olarak ikiye ayrıldı ve üniversitenin bodrum katında oluşturulan sahte bir hapishaneye yerleştirildi. Deneyin iki hafta sürmesi planlanıyordu.
Ancak deney, sadece altı gün sonra kontrolden çıkarak erken bir şekilde sonlandırılmak zorunda kalındı. Gardiyan rolündeki öğrenciler, kısa sürede sadist ve acımasız davranışlar sergilemeye başladılar. Mahkumlara fiziksel ve psikolojik işkenceler uyguluyor, onları aşağılıyor ve temel insan haklarından mahrum bırakıyorlardı. Mahkum rolündeki öğrenciler ise bu duruma karşı yoğun bir stres, depresyon ve çaresizlikle tepki verdiler. Zimbardo, kendisinin bile deneye fazla kapılarak hapishane müdürü rolünü benimsediğini belirtti. Tüm bu yaşananlar, deneyin bilim dünyasında şok yaratmasına neden oldu.
Milgram deneyi (1961)
Yale Üniversitesi psikologu Stanley Milgram, 1961 yılında tarihin en çok tartışılan deneylerinden birine imza attı. Milgram’ın temel sorusu şuydu: „Sıradan insanlar, bir otorite figürünün emirlerine uyarak ne kadar ileri gidebilirler?“ Deney, bir „öğretmen“ ve bir „öğrenciyi“ içeriyordu. Öğretmen rolündeki asıl deneklere, öğrencinin her yanlış cevabında ona artan dozlarda elektrik şoku vermeleri söylendi. Elbette, öğrenci bir aktördü ve elektrik şokları sahteydi, ancak öğretmenler bunun farkında değildi.
Sonuçlar ise dehşet vericiydi. Öğretmen olan katılımcıların, öğrencilerin çığlık ve yalvarışlarına rağmen deney sorumlusunun talimatıyla en yüksek voltaj olan 450 volta kadar şok vermeye devam ettiği görüldü. Milgram, bu deneyle sıradan insanların bile bir otorite baskısı altında ne kadar acımasız eylemlerde bulunabileceğini ortaya koymuş oldu. Denekler ise psikolojik bir travmayla başa çıkmak zorunda kaldılar. Sonuç olarak bu deney de bilim tarihinin en çarpıcı çalışmalarından biri olarak kayıtlara geçti ve büyük tartışma yarattı.
Canavar deneyi (1939)
1939 yılında Iowa Üniversitesi’nde Wendell Johnson ve öğrencisi Mary Tudor tarafından yürütülen bu deney, psikoloji tarihinin en acımasız deneylerinden biri olarak anılıyor. Johnson, kekemeliğin nedenlerini araştırıyordu ve bu durumun, çocuklukta konuşma hatalarına verilen olumsuz tepkilerden kaynaklanabileceğini test etmek istiyordu. Bu yüzden de bir yetimhaneden 22 çocuk denek olarak seçildi. Kimsenin herhangi bir rızası olmadan bu deneyin yapılması zaten başlı başına büyük tartışma yarattı.
Deneyde çocukalr 2’ye ayrıldı. Birinci gruptaki normal konuşan çocuklara, konuşmalarının ne kadar akıcı ve düzgün olduğu yönünde sürekli pozitif telkinde bulunuldu. İkinci gruptakilere ise tam tersi yapıldı. Sonuçlarda negatif yorumlara maruz kalan ve normalde hiçbir konuşma bozukluğu olmayan çocukların kısa sürede kekemelik belirtileri göstermeye başladığı, içine kapandıkları görüldü. Deneyin yarattığı olumsuz etkiler, çocukları hayatı boyunca etkiledi ve bu çalışma dünya çapında büyük tepki çekti.
Küçük Albert deneyi (1920)
Bilim dünyasında etik dışı deneylere yönelik yasaklar gelmesine yol açan çalışmalardan biri de Küçük Albert deneyidir. John B. Watson ve asistanı Rosalie Rayner, korkunun koşullu bir refleks olup olmadığını kanıtlamak için bir deneye giriştiler. Deneyde “Küçük Albert” ismi verilen dokuz aylık bir bebek kullanıldı. Deney başında ona beyaz bir fare, tavşan, maymun gibi çeşitli hayvanlar ve nesneler gösterildi ve bebeğin hiçbirinden korkmadığı gözlemlendi.
Ancak sonraki aşamada Albert ne zaman fareye dokunmaya çalışsa Watson ve Rayner metal bir çubukla çok yüksek, korkutucu bir ses çıkardılar. Bu işlem tekrarlandıktan sonra bebek beyaz fareyi gördüğü an ağlamaya ve korkmaya başladı. Diğer nesneler için de aynı sonuçlar görüldü. Bu deney, korkunun öğrenilebilen bir tepki olduğunu gösterse de bir bebeğe kasıtlı olarak korku aşılanması ve bu korkunun tedavi edilmeden bırakılması büyük tartışmaya neden oldu. Bu da onu bilim tarihinin en etiik dışı deneylerinden biri olarak kayıtlara geçirdi.