*19 Ağustos ölüm yıl dönümünde „Muko“yu sevgi ve saygıyla anıyoruz.
Kendimi bildiğim andan itibaren sanki hep iki annem vardı. Biyolojiden anlamayan zihnim, “Muko’nun gençliğine ne kadar da benziyorsun…”, Yoksa onun çocuğu musun?” laflarını o kadar ciddiye almış olacak ki teyzemin de çocuğu olduğumu düşünüyordum.
Hatta ben vardım ya, yeğenleri vardı ya o yüzden çocuk yapmak istemedi diye düşünmüştüm uzunca bir süre. Sonraları ise bunu politik bir tercih sanmıştım, çok sonrasında öğrenmiştim ki aslında ekonomik güçlüklerin olduğu bir dönemde layığıyla çocuk bakmaya dair kaygısındanmış bu ‘zorunlu’ tercihi.
Mukom, zaman zaman da kız kardeşim oluyordu; özellikle benle ergenliğimin doruklarını yaşamak istediğinde ya da annemin sevgisi için şımarmamız gerektiğinde iki kız kardeşe dönüşüp kavgalar ediyorduk. Ama ne kavgalar… Birini üzdün diye canın çok yanarmış ya, öğrendiğim insanlardan biriydi, onu ağlattım diye ben sonrasında daha çok ağlıyordum.
Ritüel oluşturmayı da, bunlara tutunmayı da ondan öğrendim. Her ay ikimizin özel günleri oluyordu, aynı yerde yemek yiyor, aynı tatlıcıya gidiyor, dedikodu yapıyor, telefonuma kontör koyup beni kolluyordu. Kontörüm olmadığı bir zaman yine büyük bir kavgaya tutuşmuştuk.
Ben Şişhane’deki son evinden çıkıp, Taksim Meydanı’na yürümüştüm. Ne yaptığımı bilmeden oturduğum heykelin çevreyelen bahçe demirlerinde, yanıma orta yaşını geçmiş bir adam yanaşıp “Buranın yabancısı olup olmadığımı” sormuştu, korkarak deli gibi beni arayan panik içindeki teyzemin güvenli kollarına koşmuştum. Ne çok korkmuştu kim bilir sokaklara dökülüp beni aramıştı… Ne çok üzülmüştüm yine, onu korkuttum diye.
Ama kollanmayı da onda gördüm… İlk biber gazımı onla yedim mesela, o zamanlar cop meşhurdu, biber gazı nedir bilmezdik. Polis bizi Şişhane taraflarında bir grupla beraber çembere almıştı.
Çevremde herkes benden uzundu, ne olup bittiğini bir türlü göremiyordum. O ise kendinden emin ilk boşlukta beni oradan kaçırıp hızlıca bir bakkal buldu. “Limon iyi gelir” dedi, limon koklattı hemen. Çok korktum gözlerim daha da yanacak diye ama o işini biliyor gibiydi. Zaten her zaman bilirdi.
Çok geçmeden yaşadıklarımızı dalgaya vurmaya başlamıştı bile, hemen herkesin duyacağı şekilde espriler yapmaya, kahkahalar atmaya başlamıştık. Nasıl göründüğünü umursamadan kendinle barışık haline hep hayranlık duymuştum.
İçindeki o mücadeleci ve dalgacı ruh, hiç solmayan neşesi temas ettiği herkes üzerinde iz bırakacak cinstendi. Eniştem zor biriydi ama o hayatla dalga geçtiği gibi her şeyle dalga geçip her şeyi göğsünde yumuşatıyordu. Öğretmen gibi ciddi eniştemi yumuşatıyordu.
Beni herkese ve her şeye karşı kolluyor, azcık yüzüm düşünce neşelendirmeye çalışıyordu. Küçükken Muguli derdim ona, birden odama girip girip yaptığı Ciguli taklitlerinden sonra. “Teyze,” derdim, “Yine Ciguli ol, nolur.” O da hiç kırmazdı sağ olsun, ağzını yüzünü yamultup tek ayağının üstünde dans ederdi. Kanseri de böyle yendi, birçok şeyi de…
O kadar kızmıştım ki, kafamda yaşlılara uğrayan bir hastalık, nasıl gelip de benim pamuk, çocuksu teyzemi bulmuştu. O zaman görmüştüm işte, o sert sandığım eniştemin, onla saçını kazıttığında ne kadar birbirlerine bağlı olduğunu. Onsuzluğu kaldırmak da o yüzden çok zor oldu. Cenazesinde bir an bile elini bırakmamıştım, sanki elimle konuşmaya çalışıyordum onla: “Yanındayım teyze, seni hiç bırakmayacağım teyze…”
Denedi İstanbul’da kalmayı denedi… Hayata tutunmayı, eniştemi her an hatırlatan anılarla iç içe yaşamaya çalıştı. Sokaklarda aylaklık yaptık, oyun arkadaşı olmayı denedim, yanında olmayı denedim ama o gitti… Yapamadı, bir de tabii ev sahibine kızdı gitti…
Öyleydi o, yay burcunun sıkılganlığıyla, birden astronomik zam isteyen ev sahibiyle münakaşaya girmek dahi istemedi, çıktı gitti, buradan İstanbul’dan, 3 durak geçirdiği Şişhane’den, Haliç manzarasından uzaklara…
Teyzem eski İstanbul’du, Ezginin Günlüğü’nün İstanbul’uydu… Çocukluğumu, gençliğimi, oyun arkadaşımı alıp gitti… O zaman çok kötü oldum, içten içe uzunca bir süre küstüm ona. Beni bırakıp gitmişti, hâlbuki söz vermiştim ona yanında olacaktım. O yüzden yeni taşındığı yerlere çok az gittim, yeni bir yere taşındığını kabul etmek çok zordu benim için. Samsun’a taşınacağını öğrendiğimde sevinmiştim, kardeşinin, yeğenin yanına gidiyordu, İstanbul’a getirmeye çalışmadım değil ama artık İstanbul onun yaşamayacağı pahalılığa geçmişti. Bunu kabul etmemiz gerekiyordu.
Yine de hep sırdaş olmaya devam ettik, flörtlerimizden bahsedip, ergen kızlar gibi ne yazsak diye kıkırdaşmaya devam ettik. Birine öfkelendiğimde hep ona içimi döktüm, hep o göğsünde yumuşattı. Hatta vejetaryenliğimin ilk senesi o da benle beraber denedi, beni yalnız bırakmak istemedi ama doktoru sağlığı açısından doğru bulmadı. Hem o karışık karışık şeyleri denediği yemeklerinde etleri çok seviyordu, öncelleri dalga geçsem de sonraları onla uğraşmayı bıraktım. Dedim ya zaman zaman da itişen iki kardeş gibiydik.
İstanbul’a dönmesi benim için yarım bıraktığımız yerden tekrar başlamaktı, evet onun renkli evi artık yoktu ama ben onun izinden gidip hem annemin evini hem kendi evimi düzenlerken hep onun Şişhane’deki evlerini örnek almıştım ki… Artık burası da onun da evi olabilirdi.
Oyun arkadaşım geri gelmişti, markete gitsem “Dur ben de yürüyeyim” diye geliyordu, birbirimize yemekler yaptığımız bir komşuculuk hayatımız vardı artık, üstelik ben onun eski evinin sokağında oturuyordum, teyzemin ayak izlerini takip ediyordum.
Bir gün zil çaldı, kimse yukarı çıkmadı. Bir saat sonra telefon çaldı, “Ziline basıp kaçtım” dedi. “Neden” dedim? „Burada olduğumu bil“ dedi. Birkaç ay önce aynısını ben yapmıştım, sevgilim bana, “Teyzeni tanıdıkça seni daha iyi anlıyorum, kökünü görüyorum” demişti. Üstelik köküm yeniden İstanbul’a taşınmaya hazırdı. Gizli gizli planlar yapıyorduk, “Küçük odayı boşalt, toparla, kalmaya uygun hale getir orayı” diyordu.
Ameliyattan sonra çok dedi diğer hastalar ve hemşireler, “Kızın şöyle yaptı, kızın böyle yanında diye…” hiç düzeltme gereği duymadı. Annemden çok beni istiyordu yanında, “Sen kal, o sonra gelir” diyordu, ben de içten içe mutlu oluyordum. Nerde oturuyorsun diye sorduklarında ben hemen atılıyordum “Samsun ama artık burada, bırakmayacağım” diyordum. Gözlerinin içi gülüyordu, geri dönecekti artık, o da gitmek istemiyordu…
Ama öyle olmadı. Sonrası yazamayacağım kadar acılı, sonrası içimde koca bir boşluk, koca bir kara delik ve ben bu boşluğu ne yapacağımı bilmiyorum.
Oyun arkadaşım yok artık, sadece son gün tam kendinde değilken “Gitme, beni bırakma” dediğimde, gözünden süzülen o damla yaş var aklımda… Ben hala ordayım, hala o anda, o vedada. Her gün yanımda, ben her gün onlayım…
Ama Mukom sadece o kadar değil… O andan çıkarmak istedim onu, o yüzden yazdım bunları. Ben bıraktığın bu boşlukla ne yapacağımı bilmiyorum, seni çok özlüyorum anne yarım, kız kardeşim, sırdaşım, oyun arkadaşım…
(CAA/EMK)