“Savaşın son yılında önde gelen 500 bilimci ve sanatçı askerlik hizmetinden muaf tutuldu. Muaf tutulanlar arasında bana yer verilmedi, bilakis 1944 yazında Ren nehrine bakan Kaiserstuhl’da tahkimat çalışması için silah altına alındım. 1944-45 güz yarıyılında, ‘Nazmetme ve Düşünce’ [Dichten und Denken] başlıklı bir ders açtım. Bu bir bakıma Nietzsche derslerimin, yani Nasyonal Sosyalizm ile tartışıp çekişmenin devamı niteliğindeydi. İki dersten sonra Volkssturm’a [milis gücüne] alındım. Öğretim kadrosundan göreve çağrılanlar içinde en yaşlı olan bendim.”
Fiilen emekli olma süreci hakkında böyle bilgi veriyor, Nazi Partisi üyeliği ve o dönemki politik tutumu yıllarca ve hâlâ tartışılan Alman filozof Martin Heidegger, 23 Eylül 1966’da Rudolf Augstein ve Georg Wolff’un Der Spiegel için kendisiyle yaptığı söyleşide. Söyleşiye giden süreç, söyleşi anı ve sonrası hayli ilginç.Der Spiegel dergisinde yayımlanan “Heidegger – Bir Dünya Gecesinin Gece Yarısı” makalesinden sonra, filozof dergiye, makalede yanlış yazıldığını iddia ettiği bilgilerle ilgili bir okur mektubu gönderiyor. Ve böylelikle, kendisiyle ilgili eleştiriler hakkında kamuoyuna ilk kez beyanatta bulunuyor. Derginin yayın yönetmenleri, bir bağlantı vasıtasıyla Heidegger ile söyleşi yapmak istediklerini iletiyorlar; ancak yanıt son derece açık: “Ben asla ve katiyen herhangi bir şekilde organize edilmiş bir Der Spiegel söyleşisine karıştırılmak istemiyorum.”
Bir dizi ikna girişiminin ardından Heidegger, söyleşi talebini kabul ediyor; ancak yayımlanmasının ölümünden sonra olmasını şart koşuyor. Söyleşi, filozofun resmîyete de dökülen beyanı doğrultusunda, ölümünden beş gün sonra, 26 Mayıs 1976’da yayımlanıyor.
1933 Freiburg Üniversitesi rektörlüğü
Yapı Kredi Yayınları’nın yayımladığı ve Kaan H. Ökten’in Türkçeye çevirdiği “Der Spiegel Söyleşisi (23 Eylül 1966)” kitabı, Heidegger’in altına imza atarak basım için onayladığı metin. Derginin redaktörlerinin daha sonra yaptıkları değişiklikler ve ilâveler geri alınmış veya yeniden silinmiş. Çünkü tüm bant kayıtlarına rağmen, söyleşi zamanla yıpranıyor ve sorular bazen yeniden formüle ediliyor bazen ise tamamen farklı şekilde soruluyor. Günün sonunda ise söyleşinin odağı editörler açısından sabit: Heidegger, bu karanlığa nasıl sürükleniyor?
Söyleşide, filozofun 1933 yılında Freiburg Üniversitesi rektörlüğüne atanması kritik bir yer tutuyor. Keza, akademik kariyerine Edmund Husserl’in asistanı olarak başlaması da. Bilindiği üzere, Heidegger’in Nazi Partisi’ne katılması ve rektörlük dönemindeki tutumları, Yahudi filozof Husserl ile aralarındaki ilişkide derin bir kırılmaya neden oluyor. Ancak, Heidegger bu politik gerilimi de keskin bir dille reddediyor:
“Teknik meseleler konusundaki farklılıklarımız giderek keskinleşmişti. 30’lu yılların başında Husserl, Max Scheler ve benimle kamuoyu önünde hesaplaşmaya girdi; hem de son derece açık seçik şekilde yaptı bunu. Husserl’in bütün kamuoyu önünde benim düşüncelerimden kendini ayrıştırmasına neyin yol açtığını asla öğrenemedim.”
Heidegger, bu reddini devamında katmerleyerek, emekli Profesör Husserl’in üniversite kütüphanesine veya felsefe bölümü kütüphanesine girmesini ve buraları kullanmasını yasakladığı iddiasını da şöyle yanıtlıyor: “Bu bir iftira.”
Heidegger’in inkârları bununla sınırlı kalmıyor. Örneğin 1933 sonbaharında söylediği “Varlığınızın kuralları öğretiler ve fikirler olmasın. Bugünkü ve gelecekteki Alman gerçekliği ve yasası münhasıran ve bizzat Führer’in [lider = Hitler] kendisidir,” cümlesini de rektörlük konuşmasında yer almadığı iddiasıyla kısmen reddediyor. Ancak editörlerin baskısıyla nihayet şu tepkiyi veriyor: “Rektörlüğü devraldığımda birtakım tavizler vermeden işin içinden çıkamayacağımın farkındaydım. Alıntıladığınız cümleleri bugün olsa tekrar yazmazdım. Zaten buna benzer şeyleri 1934’te dahi söylemiyordum.”
Kitap yakma eylemleri ve “Yahudi Afişi”
Heidegger, söyleşide devamla Hitler Gençlik Teşkilâtı’nın kitap yakma eylemlerine katılmadığını, rektörlüğe “Yahudi Afişi”nin asılmasına izin vermediğini, bazı dekanları Parti tarafından daha “uygun” bulunan meslektaşlarla değiştirme talebini uygulamadığını söylüyor. Sosyal demokrat Profesör von Möllendorff yerine rektör olarak atanmayı kabul etmesini ise “üniversiteyi ve bilimi politikleşmeden korumaya çalışmak” olarak tanımlıyor. Ki, bu görevi kabul etmemek için elinden geleni yaptığını; fakat vazgeçmek için de geç kaldığını belirtiyor. Nihayetinde ise hikâyesinde büyük bir leke bırakan 10 aylık rektörlük süreci, istifasıyla sonuçlanıyor. Heidegger, bu süreçten sonra hâlâ Naziler tarafından izlendiğini, derslerine onunla ilgili bilgi alabilmek için öğrenciler sokulduğunu, hakkında bir süre rapor yazıldığını iddia ediyor.
Söyleşi, bu karanlık dönemin ardından Heidegger’in geç dönem düşüncesine geçiş yapıyor. Filozof, siyaset ve felsefe arasındaki ilişkiyi ve modern çağın krizlerini ele alıyor. Kitabı kapattığınızda zihninizde şu soru asılı kalıyor: Kendisine uzun yıllar emek veren Husserl’in üniversite kütüphanesine girişini yasaklayan, öldükten sonra cenazesine katılmayan, Yahudi meslektaşlarının fişlenmesinde ve işinden edilmesinde kısa süreli de olsa kritik bir rol oynayan Heidegger, bu meşhur söyleşiyi yapmayı neden kabul ediyor?
“Sevgili Hannah”
Burada, bana antifeminist bir huzursuzluk verse de, muhakkak bir diğer Yahudi düşünür Hannah Arendt’i de anmak gerekiyor. Heidegger, Arendt ile olan romantik ilişkisini hayatının “en heyecan verici, en yoğun ve farklı” dönemi olarak tanımlıyordu. Ona göre, bu duygusal ve yaratıcı bağ Varlık ve Zaman (Sein und Zeit) adlı başyapıtına da yansıdı. Heidegger, aralarındaki ilk aşk mektuplarından birinde şöyle yazıyor: “Böylesi bir şey hiç başıma gelmemişti.”
İkili arasındaki mektuplar1, 1925-1975 yılları arasında süren yarım yüzyıllık yazışmaları içeriyor. Aralarındaki hiyerarşik ve buna rağmen büyüleyici iletişimde göze çarpan mektuplardan birinde Heidegger, bu kez şöyle yazıyor:
Sevgili Hannah,
Aşk neden tüm insan deneyimlerinden daha zengin ve onu yaşayanlar için tatlı bir yük niteliğindedir? Çünkü biz sevdiğimiz kişi oluruz; ama aynı zamanda kendimiz olarak kalırız. Sevgiliye teşekkür etmek isteriz; ama hiçbir söz, hiçbir hareket yeterli gelmez. Teşekkür edebileceğimiz tek şey, kendi varlığımızdır. Aşk, minnettarlığı kendimize sadakat ve ötekine koşulsuz güvene dönüştürür. Böylece aşk, en derin sırrını giderek güçlendirir.
Yakınlık, burada ötekinin en uzak mesafesinde var olmaktır —bu mesafe, hiçbir şeyi bulanıklaştırmaz; aksine ‘sen’i bir vahyin saf ama anlaşılmaz varlığı olarak önümüze koyar. Ötekinin varlığı ansızın hayatımıza girer ve hiçbir ruh bununla barışık olamaz. İnsan kaderi, başka bir insan kaderine teslim olur; saf aşkın görevi ise, bu teslimi ilk günkü canlılığında, taze ve korunaklı tutmaktır.
Arendt, Yahudi kimliği nedeniyle 1933’te Nazi Almanyası’nda antisemitizm üzerine yasa dışı araştırma yürüttüğü gerekçesiyle kısa süreliğine hapsedildi ve ardından Almanya’yı terk etmek zorunda kaldı. Ne yazık ki Heidegger, tüm bu yıkıcı ve onur kırıcı politikaların içinde yer aldı. Söyleşide ise tüm bu sorumlulukları reddederek ve yanıtlarında son derece retorik bir strateji izleyerek, size her şeyin “zorunluluktan” kaynaklandığını düşündürmeye çalışıyor. Ancak Heidegger’in huzursuz edici fikirleri, Der Spiegel editörlerinin Almanlarla ilgili başka bir sorusunda da yüzeye çıkıyor.
Spiegel: Özel olarak Almanlara kendine münhasır bir görev mi biçiyorsunuz?Heidegger: Evet, tam da bu anlamda, Hölderlin’le diyalog içinde. Alman dilinin Yunanların dil ve düşüncesiyle olan kendine münhasır içsel akrabalığını düşünüyorum. Nasıl ki şiirleri tercüme etmek mümkün değilse, düşünceyi tercüme etmek de mümkün değil. En fazla başka şekilde tarif edilebilirler.
Heidegger’in Der Spiegel söyleşisi, filozofun Nazi Partisi üyeliği ve rektörlük süreciyle ilgili kendi anlatısını ortaya koyması bakımından önemli olsa da, günün sonunda onun sorumluluklarını hafifletmeye yönelik retorik bir araç olarak masamızda duruyor. Günahlarıyla yüzleşmesi, sorumluluğu geçmişin karanlığı içinde başkasına atma çabasının ötesine geçmiyor. Ve yanıtları ne yazık ki onun felsefi dehasını göstermek yerine; onu hâlâ tartışmalı ve eleştiriye açık bir figür olarak bırakıyor. Okur, yalnızca bir düşünce sistemini değil; aynı zamanda eylem ve sorumluluk arasındaki boşluğu da değerlendirmek zorunda kalıyor.
Dipnot:
1. Martin Heidegger – Hannah Arendt, Mektuplar 1925–1975, Kaknüs Yayınları.
Martin Heidegger hakkında
20. yüzyıl felsefesinin en etkili ve tartışmalı isimlerinden.
1889’da Almanya’nın Messkirch kasabasında doğdu. Freiburg Üniversitesi’nde teoloji öğrenimi görmeye başladı, daha sonra felsefeye yöneldi. 1919’da Edmund Husserl’in asistanı oldu, 1923’te Marburg Üniversitesi’nde felsefe kürsüsünde Duns Scotus üzerine teziyle profesörlüğünü aldı. 1927’de yayımladığı Varlık ve Zaman kitabı onu çağdaş düşüncenin merkezine taşıdı.
1933’te Freiburg Üniversitesi rektörü oldu. Aynı dönemdeki Nazi Partisi üyeliği ve bu dönemdeki politik tutumu, yaşamı boyunca süren tartışmalara yol açtı. II. Dünya Savaşı sonrası akademik faaliyetlerine ara verildi; ancak 1950’lerden itibaren yazıları ve konferanslarıyla felsefi üretimini sürdürdü.
1976’da Freiburg’da yaşamını yitirdi.
Türkçede yayımlanan eserlerinden bazıları:
Varlık ve Zaman (çev. Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, 2008); Metafizik Nedir? (çev. Yusuf Örnek, Paradigma Yayıncılık, 2000); Tekniğe İlişkin Soruşturma (çev. Doğan Özlem, Paradigma Yayıncılık, 1998); Hölderlin’in Şiiri Üzerine (çev. Yusuf Örnek, Paradigma Yayıncılık, 2003); Zaman Kavramı (çev. Saffet Babür, Say Yayınları, 2006); Kant ve Metafizik Problemi (çev. Yasin İlhan, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, 2011); Parmenides (çev. Yusuf Örnek, Paradigma Yayıncılık, 2002); Herakleitos (çev. Yusuf Örnek, Paradigma Yayıncılık, 2005); Nietzsche 1 (çev. Güvenç Şar&Metin Toprak, Çizik Yayınları, 2024).
(TY)

