Demokratik Toplum ve Barış Süreci, 1 Ekim’de TBMM’nin açılması ile kritik bir viraja girecek. Bu viraj, “yasa-somut adım” eksenine dair beklentiler toplamından oluşuyor.
Ayrıca bu tarihe kadar yüksek ihtimalle dinlemeler artık biter, en azından bitmesini umuyorum.
Önemli diyebileceğimiz birçok testten de geçen sürece dair tartışmalar var fakat bu tartışmalar sahici değil. Katkı veren, yüzyılımızı şekillendirme potansiyeli olan bir olaya yaraşır yerde değil.
Esas başlıklar, imtiyazlı sınıfın tedirginliklerine ve ortamı domine eden kuru kalabalıklarına kurban ediliyor. Bunun nedeni, aylar önce sorduğum bir sorudan da yola çıkarak, barışı isteyenlerin yeterince konuşmaması diyebilirim. Bu uzun mesele, zaten konuşmak istediğim konu da bu değil.
Barış sürecine dair dikkatimi çeken bir başka mesele var.
Bu da anket sonuçları, memnuniyet testleri yok bilmem memnun edici olması beklenen bolca veriler vs.
Sürekli bir toplumsal desteği artırma beklentisi. (Bu elbette çok doğru ve gerekli)
Sürekli şu haberlere veya kulislere maruz kalıyoruz: “AKP, Erdoğan anket yaptırdı. Hiç memnun değil sonuçlardan”, “Gizli bir araştırma ve ölçüm yapıldı. Desteğe bakıldı. Öcalan’ın etkisi ölçüldü” gibisinden nice konu dolanıyor ortalıkta.
Hatta komisyona dair de gelinen aşamada kamuoyunu desteğini artırma misyonu üzerinden bakılıyor. Elbette o yönü de olacak, fakat tüm içeriğini buraya odaklarsan süreç denen şeyi ticari veya anlık bir etkileşim olayına indirgersin.
***
Bence burada itiraz edilmesi gereken şey şu: Kürt meselesinin çözümü, Türkiye’de barışın konuşulması ve bunun gereklilikleri bir kamuoyu araştırması, salt çoğunluklu bir memnuniyet işi olamaz, olmamalı. Bu başlık ve içerdiği aciliyet, içerdiği hakikat o kadar önemli ve kader tayin edici ki, ancak cesaret ve kararlılıkla yaklaşılarak bakılabilir.
Barış bir memnuniyet veya anket konusu olmamalı.
Hele Türkiye’de hiç olmamalı. Çünkü Türkiye bir barış toplumu değil, barışı bilmiyor, tanımıyor. Hiç yaşamadı. Savaş ve güvenlik ile yüzyıldır sarmalanmış, özellikle son elli yılda da tamamen alarmize kültürü ile çerçeveye alınmış bir toplum gerçekliğinden bahsediyoruz.
Evrensel temel hakları tartışmasız uygulamak gerektiği gibi, barış konusuna da öyle yaklaşmak ve inşa etmek gerekiyor.
Bu kısmı toparlarsam, 1960’larda Lyndon B. Johnson ABD’de ırk ayrımına itiraz eden sivil haklar yasasını halka sorsa yüzde yüz geçmezdi. Fakat inisiyatif aldı ve kamusal ırkçılığa dair bir ölçü koydu. Mandela’nın De Klerk ile hikayesi malum. Bence en çarpıcı figürlerden biridir De Klerk. Bu adam yaptıklarını anket-kamuoyu araştırması ile asla yapamazdı. Ya da IRA sürecinde bir kesim tarafından ihanetle suçlanan David Trimble’nın daha sonra Nobel barış ödülünü alması gibi. Daha nice durum, bize barış süreçlerinin esasta bir karar alma ve kararlı olma süreci olduğunu hatırlatıyor.
Bir ikincisi, zamana yayılacak bir başlık değil.Müsaadenizle derdimi biraz daha açmak için bir dizi üzerinden gideyim
“The Pitt” dizisi var. Bir travma merkezinin acilinde geçen 15 saati konu alır. Her bölüm bir saat üzerinden aktarılır ve izleyeni amansız ikilemler-yüzleşmelerle baş başa bırakır. Dizideki her dakika çıplak gerçekleri hatırlatma üzerine kurulu. Zamanın şakası olmadığını, boşa harcamanın kaybetme ile eşdeğer olduğunu, geç kalmanın çok lüks bir şey olduğunu müthiş derecede ortaya koyar.
Doktorlar başlayan her yeni sürecin kararını, çerçevesini hızlıca çizmek zorundalar. Zaman, her şeyin başı ve sonudur ve doğru şekilde kullanmazsan yaşamlara mal olur. Örneğin triyaj birimi tek başına çok şey ifade eder. Çünkü acil serviste triyaj etik bir alana işaret eder. Kime önce dokunulacağını, neyin aciliyet arz ettiğini, hangi kanamanın en ölümcül olduğuna karar verilir. Barış inşasında da triyaj anları vardır. Mesela silah bırakmak, ateşkes, saygın bir dil, doğru bir diyalog, doğru yasalar ve gerçekçi yaklaşımlar, her aşamanın ödevinin yerine getirilmesi aciliyeti olan şeylerdir. Bugün de yapılması gerekenler, acil olan durumlar ve bunların ihtiyaç duyduğu zaman bellidir. Vaktin çok olmadığını herkes biliyor.
Yanlış tedavi, yanlış tanı nelere yol açar biliyoruz. Ayrıca bir hastanın bilimsel olarak analizi de yetmez, hikayesi de gereklidir.
Hani acil tıpta “altın saat” diye bir kavram var. Travma sonrası ilk bir saat, hastanın hayatta kalma şansını belirleyen en kritik saattir. Her çözüm süreci de altın saat gibidir. Doğru şekilde, doğru zamanda gereklilikleri yerine getirilmezse zarar görür.
Barışın da bir nabzı vardır. Bu nabız 140’a vurduğunda durup demezsin acaba neler olacak, hele bekleyelim bakalım. Gerekeni yaparsın.Hastalığın teşhis edildi, ameliyat gerekli dedikten sonra hastaya “ameliyat yapılsın mı?” diye sormanın çok manası yoktur.
Yani bize bu süreçte, barışı kurmakta ciddi isek öncelikle anketler-ölçümler değil, barışa inanmak, biraz cesaret ve uzun vadeli düşünmek gerekiyor. Buna teşne olma ruh halinden de topluca çıkmak gerekiyor. Barışın bir saati ve zamanı var. Onu ıskalamamak gerekiyor.
Türkiye’de iktidar özellikle anket-saha ölçümleri ile barış sürecini bir istatistiğe, inme-yükselme trendine çekerse veya zamana yayarsa barışı hepten kaybederiz. (ÖA/EMK)