ABD, George Washington Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Joshua Villanueva’nın dünya ölçeğinde hukuk devleti konularına odaklanan ve geleceğin hukukçularını güçlendirmeyi amaçlayan dijital haber ve yorum mecrası JURIST’te yayımlanan makalesi. Bilgi notları ve arabaşlıklar bianet’ten.
Başkan Donald Trump’ın 4 Aralık’ta açıklanan yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi, Batı Yarımküre’yi ABD dış politikasının merkezine yerleştiriyor ve 1823 Monroe Doktrini’ni yeniden canlandırarak bunu bir „Trumpvari Yorum“a bağlıyor.
21. yüzyılda Atlantik’in batısında bir „lebensraum“ hikayesi
Belge, Amerika kıtasını ABD anayurdunun ana savunma hattı olarak sunuyor ve bu doktrini doğrudan Karayipler ve Pasifik sularında şüpheli uyuşturucu kaçakçılarına karşı süre giden askeri operasyonlarla ilişkilendiriyor.
Monroe Doktrini’nin mirasına atıfta bulunan belge onu daha da ileri götürüyor. ABD’nin, limanlar, enerji tesisleri ve telekomünikasyon ağları da dahil Amerika kıtasındaki „stratejik açıdan hayati önem taşıyan varlıklara“ „yarımküre dışı rakiplerin“ sahip olmasını veya bunları kontrol etmesini engelleyeceğini belirtiyor. Batı Yarımküre’yi, Avrupa, Orta Doğu ve Hint-Pasifik Okyanusu’nun da üzerinde, en önemli bölgesel öncelik olarak tanımlıyor ve bu statüyü, göç, uyuşturucu akışı ve yabancı nüfuzun ABD topraklarına ulaşmadan önce kontrol altına alınmasına bağlıyor.
Bu durum, ABD yetkililerinin uyuşturucu kaçakçılığına karşı bir hamle olarak nitelendirdiği bir kampanya kapsamında, Güney Karayipler’e binlerce asker, bir uçak gemisi ve ek savaş gemileri göndermesiyle aynı döneme denk geliyor. ABD yetkilileri savaş uçaklarının yönetimin kartel veya „narkoterörist“ varlıklar olarak nitelediği küçük teknelere birden çok saldırı gerçekleştirerek gemileri batırması ve onlarca insanı öldürmesini geleneksel kolluk kuvvetleri müdahaleleri değil, daha geniş bir ulusal stratejiye bağlı güvenlik operasyonları olarak sunuyor.
Uluslararası hukuktan kaçmak için bir kılıf
Trump yönetimi, bu operasyonları silahlı çatışma diliyle ifade ediyor. Yetkililer, kartelleri gündelik dilde „narkoterörist“ örgütler olarak tanımlıyor ve başkanın ABD’yi kartel kaynaklı tehditlerden korumak için gerektiğinde askeri güç kullanabileceğini öne sürüyor. Kartelleri hedef alan operasyonlar uluslararası çapta gerçekleşmeyen bir silahlı çatışma kapsamında değerlendirildiğinde, hedefleme, gözaltı ve hesap verebilirlik konularını silahlı çatışma hukuku düzenliyor. Bu eşiğin altına inildiğinde özellikle denizde direniş göstermeyen kişilere yönelik ölümcül güç kullanımına uluslararası insan hakları hukuku ve barış zamanı kolluk kuvvetleri standartları uygulanıyor ve bu daha katı sınırlamaları da kapsıyor.
Monroe Doktrin’in bağlandığı „Trumpvari Yorum“ nüfuz alanları konusunda uzun zamandır süren bölgesel kaygıları da depreştiriyor. Birçok Latin Amerika hükümeti ve akademisyen, Monroe Doktrini’ni tarafsız bir bölgesel güvenlik ilkesi olarak değil tarihsel olarak ABD müdahalesini meşrulaştırmaya hizmet eden bir politika olarak görüyor. ABD’nin üstünlüğünü açıkça „yeniden tesis“i yardım ve yatırımı Çin destekli altyapı projelerinin tasfiyesine bağlamayı ve yabancı şirketleri kilit sektörlerden „kovalama“yı vaat eden bir stratejinin, egemenlik ve Amerikalararası sistemdeki eşitsiz güç ilişkileri kapsamındaki tartışmaları yeniden alevlendirmesi olasılığı yüksek.
Uluslararası hukuk bağlamında daha da büyük bir gerginlik hüküm sürüyor. ABD, BM Şartı’nın herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı güç kullanma tehdidini veya kullanımını yasaklamasını ve egemen eşitlik ilkesini resmen destekliyor ancak Batı Yarımküre’yi bir ABD güvenlik bölgesi olarak gören doktrin, bu taahhütlerle uyuşmuyor.
Ayrıca, ABD’nin başkalarının benzer argümanlarına yönelik itirazlarını zayıflatma riski de taşıyor. Washington, stratejik gerekçelerle büyük güçlerin Latin Amerika limanları ve telekomünikasyon ağlarına el koymaması konusunda ısrarını sürdürmesi halinde benzer gerekçelerle „bölgesel güvenlik“ terimleriyle çerçevelenen Rusya’nın Ukrayna veya Çin’in Tayvan ve yakın sular üzerindeki iddialarına karşı çıktığında zorlu sorularla karşı karşıya da kalabilir.
Avrupa’da aşırı sağla ittifakın gerekçesi
Ulusal Güvenlik Stratejisi, Washington’ın geleneksel müttefiklerine bakış açısında da bir değişime işaret ediyor. Batı Yarımküre’yi yücelten aynı belge, Avrupa’nın bazı bölgelerinin „medeniyetten silinmesi“ riskiyle karşı karşıya olduğu konusunda uyarıyor ve göç ve dile ilişkin bazı Avrupa politikalarına karşı „direniş geliştirilmesi“ çağrısında bulunuyor. Avrupalı yetkililer, aşırı sağcı söylemleri yansıttığı gerekçesiyle bu söylemi eleştiriyor. Ayrıca, ABD’nin Avrupa’nın NATO’nun konvansiyonel savunma yükünün daha fazlasını üstlenmesi yönündeki taleplerine rağmen, dikkat ve kaynaklarının Avrupa-Atlantik sahasından uzaklaşması kaygısıyla ilişkilendiriyorlar.
Monroe doktrini neydi ve nelere mal oldu?
Monroe Doktrini, ABD Başkanı James Monroe tarafından 1823’te ilan edilen bir dış politika ilkesidir. Doktrin, Avrupa güçlerine Amerika kıtasında yeni sömürge girişimlerinin kabul edilemez olduğunu bildiriyordu.
ABD, Batı Yarımküre’yi kendi etki alanı olarak tanımlayarak Avrupa’nın müdahalesine karşı bir koruma kalkanı oluşturmak istedi. ABD Buna karşılık kendisinin de Avrupa’nın iç işlerine veya savaşlarına karışmayacağını ilan etti. Doktrinin ana mesajı: “Eski Dünya kendi eski işlerine baksın; Yeni Dünya’ya karışmasın“dı.
Doktrin aynı zamanda Latin Amerika’daki yeni bağımsız devletlerin egemenliklerinin tanınması ve korunması anlamına geliyordu. Zamanla Monroe Doktrini, ABD’nin Latin Amerika üzerinde bölgesel hegemonya kurma politikasının ideolojik temeline dönüştü.
19. yüzyıl sonunda özellikle Monroe Dontrini’nin „Rooseveltvari Yorumu“ (Roosevelt Corollary), doktrini askerî müdahalelere zemin hazırlayan geniş bir yetkiye dönüştürdü.Bu çerçevede ABD, 20. yüzyıl boyunca kıtada birçok kez rejim değişikliği, müdahale ve işgale Monroe Doktrin’ine dayaranarak girişti.
Günümüzde Monroe Doktrini, hem ABD’nin izolasyonist kökenlerini hem de Latin Amerika’daki emperyal nüfuz politikalarını simgeleyen temel bir kavram olarak görülür.
„Monroe Doktrini“ el kitabından kopya: 1973 Şili Darbesi
1970’te Salvador Allende, Şili tarihinin ilk demokratik yolla seçilmiş sosyalist başkanı olmuştu. ABD, Allende’nin seçilmesini “Batı yarıkürede Sovyet etkisinin güçlenmesi” olarak yorumladı; bu bire bir Monroe Doktrini’nin klasik anlatısıyla örtüşüyordu.
Bşkan Nixon yönetimi ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, “Allende’nin seçimle gelmiş olması önemli değil; onun başarısı diğer ülkelere kötü örnek olur” gerekçesiyle Şili’de rejim değişikliğini stratejik hedef ilan etti.
CIA, Şili’de ekonomiyi istikrarsızlaştırmak için kamyoncu grevlerini finanse etti, muhalefet medyasına para aktardı ve ordu içinde darbeyi teşvik eden ağları destekledi.
11 Eylül 1973’te General Augusto Pinochet, ABD desteğiyle darbeyi gerçekleştirdi; Allende başkanlık sarayında kuşatılırken hayatını kaybetti.
Darbe sonrası kurulan Pinochet diktatörlüğü, 17 yıl boyunca binlerce kişinin kaybedilmesi, işkenceyle zulmedilmesi ve öldürülerek yok edilmesiyle sonuçlanan sistematik bir devlet terörü yürüttü.
ABD, tüm bu süreci Monroe Doktrini’ne dayanarak “kıtayı komünizmden koruma” gerekçesiyle meşrulaştırdıysa da temel amaç Latin Amerika’daki solcu ve demokratik alternatifleri otoriter piyasacı modeli kabule zorlamaktı.
Şili, Milton Friedman’ın Chicago Okulu’nun radikal neoliberal politikalarının laboratuvarına dönüştürüldü. Sosyal devlet çökertildi, sendikalar dağıtıldı, kamusal işletmeler özelleştirildi.
Bugün Şili’de hala tartışılan 1973 darbesinde Monroe Doktrini’nin ABD’nin jeopolitik ve ekonomik hegemonyasında oynadığı rolün büyüklüğü tartışmasız kabul görüyor.
(AEK)

