İnsanın ömrü, biraz da ellisine merdiven dayamasıyla başlıyormuş meğer. Otuzdan sonra her basamak ayağına değdiğinde, ister istemez kendi kendine sorar: “Bir yıl daha düştü ömürden… Peki sen ne anladın bu işten?”
Eğer bu soruya “Bu giden yıl bir öncekinden iyiydi” diyebiliyorsam, demek ki şanslı, keyifli bir yıl geçmiş ardımda. Oysa ki hastane ziyaretlerimiz artarak devam etti bu yıl. Eşim, hastalığı sebebiyle sık sık bizi beyaz önlüklü dostlarımızın kapısına götürdü. Öyle yoğun çalıştığımız bu zamanlarda, hastane günleri bizim için bir kaçamağa, kendine özgü ritüele dönüşmüştü. Zorunlu randevularla değil, adeta davetli edasıyla giriyorduk hastaneye. Muayene ve tahlillerden sonra soluğu her zamanki kahvaltı mekânımızda alır, reçel kavanozuna bandırılmış ekmeğin arasında acı gerçeği tatlıya çevirirdik. Ardından bol sohbetli, kısa yürüyüşler… Belki de hayatın sert yüzünü kahvaltı masasında cilalıyorduk.
Bir yazar olmanın yan etkileri de cabası… İçin kaynamasa da taşırıyor ve yazıyorsun. Birkaç damla mürekkep kâğıda düşmeye görsün; anılar, gözlemler, fikirler salonda top sektiren çocuklar gibi ortalığı şenlendiriyor. Ama iş sadece hayale kürek çekmekle bitmiyor. Bazen de yayınevi yönetmeninin sesi yankılanıyor kulağımda: “Asılın küreklere, pis denizciler! Yoksa bu gece kimseye rom yok!”
Kaleme sarılıp yazıyı yetiştiriyorsun; rom yok ama kahve çok şükür var.
Doğum günüm yaz aylarına denk geliyor; mevsimin avantajıyla birkaç alternatif program yapmak mümkün oluyor. Gerçi, duygusal bir yazar için hangi mevsimde doğduğunun pek önemi yok. Yazar, içinde anlam taşıyan her günü kendine felsefe yaptıran bir girdap hâline getirip batırabiliyor. Oysa, okur önüne düşen bu eserlerle kendi içinde ziyadesiyle eğleniyor.
Yazmak için ille de hüzünlenmek, derin düşüncelerin arasında analitik bağlar kurmak zorunlu mu? Elbette değil. Bana göre, aklından ve kalbinden geçenleri kâğıda döküp paylaşmayı seven herkes yazardır. Ama işte toplumun yazardan beklentileri var: Sosyal duyarlılık, entelektüel derinlik, akıl hocalığı… Sanki yazarlık bir kamu ihalesiymiş gibi, şartnamesine “toplumsal sorumluluk, rol model olmak” maddeleri eklenmiş. Halbuki yazmak, sadece kendi kendine de yapılabilir. Hele ki bizim Diyarbakırlılar der ya: “Kendime yazıyorum!”
Bu noktada eşime hayranlığım artıyor. O, başladığı yazıyı bitirir, sonra da bırakır. Benim gibi sağını solunu toparlama derdine düşmez. Doğal güzelliğe inanmasından kaynaklı olmalı! Karı koca yazar olunca da işin rengi daha da koyulaşıyor tabii.
Geçenlerde memlekete, Diyarbakır’a gittim. Sohbet arasında bana güncel ve ağır bir soru sordular: “Çözüm sürecine aydın olarak nasıl bir destek verdin?”
Birbirinden ayrı manalar taşısa da “aydın” ile “yazar”, bu soruda eş anlamlı kullanılmıştı.
Zaten kafamda “yazarlık misyonu” meselesi dolaşıp duruyor. Bu soru da tam üstüne geldi. Bir an düşündüm, sonra dedim ki: “Bir Yozgatlı ile hayat arkadaşı oldum. Mesele birlikte yaşamak ise işte kanıtı…”
(YSE/VC)
Оказва се, че животът на човек започва, когато навърши петдесет години. След тридесетте, всеки път, когато стъпката докосне краката му, той неизбежно се пита: "Още една година...