Geçtiğimiz cumartesi Amerika Birleşik Devletleri’nin en büyük belgesel film festivali DOC NYC’de dünya prömiyerini yapan A Place of Absence1, (Yokluğun Mekânı) isimli belgeselin fragmanı ile tesadüfen sosyal medya araçlarının biri aracılığıyla karşılaştım. Sadece fragmanı dahi beni içine almaya yeten bu belgeseli önümüzdeki günlerde umarım burada da izleyebiliriz. Daha izlemeden beni belgesele bağlayan fragmandaki iki soruyu aynı semtte ve aynı dönemde geçen biri kurmaca, diğeri gerçek yaşanmış bir hikâye olan iki eserle eşleştirmeye ve/veya cevaplamaya çalışacağım.
Soru 1: Sevilen birinin yokluğu, geride kalanların hayatlarında açık bir yara olarak kaldığında ne olur? (What happens when the absence of a loved one remains an open wound in the lives of those left waiting?)
Bu soru hem bildiğim hem de hiç bilmediğim bir yerden geliyor: Yas.
Cevap için seçtiğim eser ise Sinem Sal’ın son romanı, Mihrap.
Bizim Zamanımız’dan tanıdığımız Mihrap’ın, annesinin ve komşularının evveline yolculuk yapıyoruz bu romanda. Sinem Sal’ın deyişiyle “Mihrap’ın çocukluğuna iniyoruz ki meselemiz kalmasın” 2
1980’de Beyoğlu’nun Haliç’e bakan kıyı semti Hasköy’deyiz. Bu eski Yahudi semtini, o dönemin ise yoksul, işçi semtini 10 yaşındaki meraklı, zeki, bilmiş ve afacan bir kız çocuğu olan Mihrap aracılığı ile onun gözünden tanımaya başlıyoruz. Kızının biricik kahramanı, Haliç Tersanesi’nde tornacı olarak çalışan babası Selami’yi, kendisini anca döndüren bir tuhafiye dükkanını işleten annesi Asiye’yi, biraz daha safça olan en yakın arkadaşı Nino’yu, babasının can dostu komünist Ertan Abi’yi, çoğu ev hanımı olan Türk, Kürt ve Yahudi komşuları ve esnafı ile bir mahallenin sosyokültürel yapısını bir Yeşilçam filmi izlermişçesine okumaya başlıyoruz.
Dönemin politik havasını da bir çocuğun algılayabileceği kadarıyla hissediyoruz. Komünist Ertan Abi’nin fotoğraf makinesinin saklanması gerekiyordur ve bunun ailede yarattığı telaşın farkındadır Mihrap. Saklanması ve unutulması gereken durumun sebebine anlam verememektedir sadece. Uzun boylu, yakışıklı ve çocukları seven adamlara komünist dendiğini bilecek kadar da birikim sahibidir üstelik. Daha sonra, filmleri aratmayacak bir kaçma-kovalama sahnesi izleriz. Mihrap ve Nino, Selami ve Ertan Abi’yi peşlerindeki polislerden kurtarır, çünkü bir mahallede saklanacak yerleri en iyi çocuklar bilir. Mihrap bu olay sayesinde babasının komünist değil ama bir komünist sever olduğunu öğrenir.
11 Eylül’de Sultanahmet’te bir “Pudding Shop”ta belki de beraber son eğlenceli günlerini geçiren komşuların hayatları o günü takip eden gecede geri dönülemez olarak değişecektir: Kimi için darbe olmuştur, kimi için ihtilal…
Darbeden günler sonra Ertan Abilerin evi basılır ve kendisinden bir daha haber alınamaz. Bu durum Selami’yi derinden etkiler. Hem bu üzüntüye hem de darbe ikliminin getirmiş olduğu strese kalbi daha fazla dayanamaz. Babasını kaybeden Mihrap, bu kayıptan bizzat darbenin kendisiyle değişen hayatı sorumlu tutar. En yakın arkadaşı Nino’dan kırkına kadar ölünün evi ziyaret ettiğini öğrenir ve buna tutunur. Kırk günün sonunda et kemikten ayrılacaktır. Kırk gün içinde darbenin işaretlerini ortadan kaldırabilirse babasının hayata döneceğine inanır.
İşe önce Ertan Abi’yi aramakla başlar. Mahalleye gelen askerleri takip etmeye çalışır, o sırada geri kalan mahalleliye sahip çıkmaya çalışır.
“Bodoslama kalabalığa dalıp “Burası bizim” diye birkaç gün öncesinden hep topladıklarından geriye biz kalmıştık işte. Kadınlar, çocuklar, sesini çıkaramayanlar, faşistler ve babasını bulacak olanlar… Racon kesen abiler racon pratiklerini askerlerin karşısında sürdüremediklerinden çitilmiş çekirdek gibi yerlere döküldüler. Arkadan gelen Ford’a birkaç kişi karga tulumba tıkıldı ve herkesin gittiği yere onlar da götürüldü: Şube. Allah sevdiği kullarını yanına alırmış. Halkı sevenleri de polisler şubeye alır. Allah’la şubeden arta kalan halkımıza da Mihrap sahip çıkar.” 3
İşaretleri kaldırmak için babasının gururlanacağı şeyler yapar. Annesinin ve mahallelinin neşesini geriye getirmenin yollarını arar. Yüzü asıkları güldürür. Teyzelere Nino ile bir piyes hazırlar. Yazıya bile çıkar: “Kahrolsun yasaklar. Yaşasın Babalar! Fakat hiçbiri babasını geri getirmeye yetmez. Sonrası Ertan Abi’nin makinasındaki güzel günlerin fotoğrafları…
Mihrap’ın yas süreci kırk günün sonunda tamamlanırken Ertan Abi’nin annesi Pamuk Teyze’nin tutamadığı yası için ise ikinci soruya geçiyoruz.
Soru 2: Cenaze olmadığında hangi ritüelleri yaratabiliriz? (What rituals can we create when there is no funeral?)
Hayrettin Eren, tıpkı Ertan Abi gibi uzun boylu, yakışıklı, çocukları seven, Hasköy’ün devrimci abilerinden birisi. İkisi de yakın zamanlarda gözaltına alındılar ve kaybedildiler. Aralarındaki temel fark şu ki, Hayrettin Eren kurmaca bir karakter değil, kanımızdan, canımızdan, ailesinin ve sevdiklerinin hayatlarında, anılarında yer etmiş, bu hayatı yaşamış pırıl pırıl bir genç. Onun 26 yıla sığan hayatını ve sonrasında onun için verdikleri mücadeleyi kardeşi Faruk Eren “Kayıp Bir Devrimin Hikayesi”nde anlattı
Mihrap’ta anlatılmayanı daha doğrusu Mihrap’ın bir çocuk olarak bilemediklerini Kayıp Bir Devrimin Hikayesi’nden öğreniyoruz. 50li yılların sonlarından başlayarak günümüze kadar bir semtin ve o semti aşarak bir kuşağın ve bir ülkenin tarihini Eren Ailesinin yaşadıkları üzerinden gözden geçiriyoruz.
İlişkilerin daha saf, dürüst ve çıkarsız olduğu bir dönemde, yoksul, işçi mahallelerinde şimdikinin aksine gençlerin idollerinin Che Guevara ve Mahir Çayan olabilmesinin koşullarını okuyoruz. 68’in devrimci dalgasından etkilenen Hayrettin Eren ve arkadaşları için evlerde yapılan duman altı politik sohbetlerle hayat başka bir yöne doğru evriliyor. Çünkü o zamanlar durumu iyi olmayan ailelerin evlerine kitap girebiliyor. Dolayısıyla Hayri’nin kardeşleri de kaçınılmaz olarak etkileniyor bu havadan.
Küçük bir mahallede, bir semtte dahi birçok derneğin, partinin, fraksiyonun aynı anda yer edinebileceği kadar politik bir ortam var. Kardeşinin sinirini bozacak kadar yetenekli abi, üniversite öğrencisi Hayrettin Eren’in siyasi tercihlerini, ikna kabiliyetiyle başkalarını örgütleyebilmesini öğreniyoruz. 1977’deki Kanlı 1 Mayıs’la beraber sosyalistler için radikalleşmek dışında bir çare kalmadığını, faşistlerin ev taramalarını, Devrimci Yol’dan Devrimci Sol’a geçişi, ev baskınlarını, her ne kadar işçi sınıfından kopukmuş gibi görünse de sendikaların gücünün yetmediği yerde toplu iş sözleşmelerine dahil olmayı, Migros kamyonlarının kaçırılıp yoksul mahallelerde gıda dağıtılmasını, karakol baskınlarını…
Yüreği ağzında yaşayan aile sıklaşan ev baskınları sebebiyle 1980’de Avcılar’a taşınmak zorunda kalır. Hayrettin Eren zaten eve çok az uğruyordur çünkü “kendi seçtiği bir yol” vardır. Sonra eve uğramamanın ve haber alamamanın süresi uzayınca öğrenilir ki Hayrettin Eren 21 Kasım’da gözaltına alınmıştır. Ailenin aramaya başlamasıyla devlet kurumları tarafından inkâr da başlar. Gayrettepe Siyasi Şube’nin bahçesinde görülen arabasına rağmen, aynı operasyonda alınanların ve Hayrettin Eren’i işkencede görenlerin tanıklığına rağmen “Biz Hayrettin Eren’i gözaltına almadık” demeyi sürdürürler.
Aile faşizm koşullarında elinden gelen her şeyi yapar. Kenan Evren’e dilekçe göndermek de bunlara dahildir. Bu süreç içerisinde kapı duvar yargı kurumları ve yozlaşmış yargı mensupları ile muhatap olurlar.
1982’de kardeş Faruk Eren tutuklanır. Anne Elmas Eren böylece Metris Cezaevi önünde mücadele eden annelerden birisi olur. Metris önündeki annelerin ve ailelerin mücadelesi İHD ve TAYAD’ı doğurur.
Faruk Eren tahliye olduktan sonra 1995’in Kasım’ında bir cumartesi ilk kez anne-oğul Galatasaray Lisesi önünde diğer kayıp aileleri ile, Cumartesi Anneleri ile buluşmaya giderler.
“Hani, yukarıda ‘Annem bizim yanımızda hiç ağlamadı,’ dedim ya. Galatasaray’da kendisi gibi evladını kaybetmiş onlarca kadını görünce hüngür hüngür ağlamaya başladı. Çok utandım. Uluorta ağlatılan anneme bu acıları çektirenlerden hesap soramamaktan…”4
Sonrası her hafta cumartesi…
Hayrettin Eren gözaltına alındığında İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’ydı, Siyasi Şube Müdürü Tayyar Sever’di, Siyasi Şube Müdür Yardımcısı Mehmet Ağar’dı, işkence yapan timin şefi ise Fikret Işınkaralar’dı. Hepsi çekilen bir tuğla ile arkasında saklandıkları duvarın altında kalmaktan korkuyorlar.
Kitapta yer almayan bir detaydan bahsedelim. 12 Eylül’den günler sonra Vehbi Koç, Kenan Evren’e bir mektup yolladı. Mektubunda hem kendisine “yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir” gibi talimatlar veriyordu, hem de emrine amade olduğunu söylüyordu. Hayrettin Eren’in ve o dönemde gözaltında kaybedilen diğer devrimcilerin mahkemeye çıkmaya dahi imkanları olamadı. Sadece 12 Eylül’ün “bilançosuna”, mektuba ve halimize bakarsak darbenin kimin için ve kime karşı yapıldığını anlayabiliriz sanıyorum.
“Semtte yıkım sürüyordu. Bu kez fiziki olarak. Haliç kenarındaki fabrikalar yıkıldı. Hasköy Ortaokulu ile Hasköy Lisesi arasındaki tarihi binanın Koç Müzesi’ne dönüşmesi, burjuvazinin kendisiyle hayatlarını ortaya koyarak kavga eden gençlere bir ‘nanik’i gibiydi.”5
Geçtiğimiz yıl yine Kasım ayında Hasköy Caddesi’nin adı Rahmi M. Koç Caddesi olarak değiştirildi. Cadde üzerinde bulunan Koç Müzesi’nin 30. Yıl etkinliğinde İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu bu haberi duyurmuştu. Beyoğlu Belediye Başkanı İnan Güney, attığı tweetle bu durumu mutluluk verici bulmuş, “iş insanımız” Mustafa Rahmi Koç’a kentimize on yıllardır kattığı değer için teşekkür etmişti.6 Şu an ikisi de içeride olan başkanları sanıyorum Koç Ailesinden kimse ziyaret etmedi.
“Son yok. Son da Hayri gibi kayıp. Nasıl olsun ki? Hayri yok, devrim yok… Kayıpları aramaya devam ediyoruz. Geçmişe ağlamak fayda vermez. Biliyorum… Ama Hayri ve onun gibi devrimciler yaşasaydı burası başka bir ülke olurdu, biliyorum.”
21 Kasım 1980’den bu yana geçen 45 yılda Eren Ailesi hala Hayrettin Eren’i arıyor. Çoğumuz, o gün doğmamış olanlarımız dahi, kaybettiğimiz, sanki hiç bizim olmamış neşeli günlerimizi arıyoruz. Yine bir kısmımız (büyük bir çoğumuz demek istesem de), inatla, onu tanısa da tanımasa da Hayrettin Eren’in düşlediği ülkeyi arıyor.
Yazının başında bahsettiğim belgesel Meksika’daki kayıp anneleri ile ilgili. Yönetmen Marialuisa Ernst, Amerika’ya göç etmeye çalışırken kaybedilen çocuklarını bir karavanla arayan anneleri kendi aile hikayesiyle harmanlayarak anlatıyor: Dayısı Arjantin’de Kirli Savaş döneminde kaybedilmiş. Yokluğun mekânı bazen bir otobüs, bazen Plaza de Mayo, bazen de Galatasaray Meydanı.
Birkaç ay önce bir hastane bahçesinde otururken dayımın çok yakın bir arkadaşı bana “Setenay sen gözlerini Hayri’den mi aldın?” diye sordu ve ben 32 yaşımda gözlerimin hiç görmediğim dayıma benzediğini öğrendim. Eğer sihirli bir değneğim olsaydı, dünyaya onun gözlerinden bakmayı değil, dünyaya onunla bakabilmeyi isterdim. Ne sihirli bir değneğim var ne de anılarım… 45 yıl önce hepsi devlet tarafından çalındı.
1. https://www.aplacefilm.com/
2. https://www.gazeteduvar.com.tr/sinem-sal-gundem-de-hayat-da-yas-tutamayacak-kadar-hizli-akiyor-haber-1734652
3. Mihrap, Karakarga Yayınları, s.112
4. Kayıp Bir Devrimin Hikayesi, İletişim Yayınları, s.166
5. Kayıp Bir Devrimin Hikayesi, İletişim Yayınları, s.170
6. https://x.com/inanguney/status/1861672754589667765
(SY/Mİ)

