Türkiye, ekonomik krizle birlikte tarihinin en ağır gelir adaletsizliği dönemlerinden birini yaşıyor. Ücretliler, emekliler ve işsizler için yaşam her geçen gün daha da zorlaşıyor. Çarşıda pazarda fiyatlar yangın gibi büyürken, iktidarın sunduğu 2026 bütçesi bu yangını söndürmek yerine körüklüyor. Ekonomik yük yine toplumun en yoksul kesimlerinin, yani işçilerin, emekçilerin, küçük esnafın ve emeklilerin sırtına yıkılıyor.
Yoksulluk derinleşirken servet artıyor
Uygulanan ekonomi politikaları, emeğin payını tarihsel olarak en düşük seviyelere indirdi. Asgari ücret milyonlarca çalışanı açlık sınırının altında bırakırken, gıda enflasyonu halkın mutfağında yangına dönüştü. Emekliler yıllarca çalıştıkları halde temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor; gençler iş bulmakta zorlanıyor, kadın işsiz oranı devasa boyutta, üniversite mezunları uzun çalışma koşullarıyla asgari ücrete razı hale getiriliyor. Bu tablo, gelir adaletsizliğinin ne kadar derinleştiğini açıkça gösteriyor.
Ancak bu yoksullaşmanın bir diğer yüzü var: Servet sahiplerinin ve büyük sermaye gruplarının kâr oranları artıyor. Dünya listelerinde Türkiyeli zenginler üst sıralara çıkarken verdikleri vergi devede kulak kalıyor. Diğer yanda Kütahya-Zafer Havalimanı gibi kullanılmayan tesislerin maliyetleri dahi halkın cebinden karşılanıyor. Kamu kaynakları; kamu-özel iş birliği projeleriyle köprülere, otoyollara, şehir hastanelerine, garantili havaalanlarına akıtılıyor. Yani halktan alınan vergiler, geniş halk kitlelerinin ekmeğine değil, servet vergisine tabi tutulması gereken belirli sermaye gruplarının zenginliğine zenginlik katıyor.
Öncelik halkın ekmeği değil, silahlanma
2026 bütçesi, yoksulluğu ve bu gidişatı tersine çevirmek yerine daha da sertleştiriyor. Savunma ve güvenlik harcamaları 2,1 trilyon TL’ye ulaşarak rekor kırarken savaş uçakları alımında adeta atağa geçirildi. Bu rakamlar, sağlık ve eğitime ayrılan kaynakların toplamını birkaç defa aşıyor. Asgari ücretlinin aylığı açlık sınırının altında kalırken, ülke bütçesi milyarlarca dolarlık savaş uçakları, silah sistemleri ve sınır ötesi operasyonlar için harcanıyor.
ABD’den Boeing uçaklarının yüzlercesi ihtiyaç olup olmadığı sorgulanmadan alınırken, orman yangınlarıyla mücadelede kullanılacak uçaklar için kaynak bulunamıyor! Rusya’dan alınan S-400 sistemleri depolarda çürümeye terk edilmişken, bu defa İngiltere’den 20, Körfez ülkelerinden 24 adet ikinci el savaş uçağı için milyar dolarlar harcanarak yeni anlaşmalar yapılıyor. Böylece iktidar, yoksulluk içinde yaşayan halktan kesilen vergileri barışa, eğitime, sanayi ve üretime değil, savaş aygıtlarına yönlendiriyor.
Sefaletin kurumsallaşması
İktidar, uyguladığı politikalarla yarattığı ekonomik krizin faturasını halka ödetirken, faiz ödemeleri ve garantili projelere aktarılan milyarlar bütçenin en büyük kalemleri arasında yer alıyor. Bu, yalnızca ekonomik bir tercihin değil, aynı zamanda politik yönelimin göstergesi. Yıllarca “güvenlik” ve “beka” söylemleriyle toplumu kutuplaştırarak, ekonomik adaletsizliği görünmez kılmaya çalışan iktidar, bir yıldır Kürt sorununda barış ve çözüm konuşulurken ve bu çerçevede Kürt hareketi silahlardan arındırılmış adımları üst üste atarken, iktidar hala kaynakları silaha ve savaş aygıtlarına aktarmaya devam ediyor.
İşsizlik oranları yükseliyor, güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlaşıyor, iş ve işçi cinayetleri çoğalıyor, sendikal haklar geriliyor. Kadın emeği görünmez kılınıyor, gençler geleceğe dair umutlarını kaybediyor. Eğitimden sağlığa her alanda kamusal hizmetler piyasaya devrediliyor. Yolsuzluk, rüşvet, çürüme yayılıyor. Uygulanan politikalarla yoksulluk sistemin işleyişinin bir parçası haline geliyor.
Kürt sorunu, savaş ekonomisi ve halkların ortak çıkarı
Bu tabloya paralel olarak, Kürt sorununun çözümsüzlüğü de iktidarın savaş bütçesini meşrulaştırma aracına dönüşmüş durumda. Barış masasının hızla çözüme evrilmemesi demokratik çözümün ertelenmesi yalnızca Kürt halkını değil, tüm emekçileri etkiliyor. Çünkü savaş politikaları hem ekonomik kaynakları yutuyor hem de demokrasi zeminini her geçen gün daha çok daraltıyor.
Bugün “barış” talebi, aynı zamanda ekonomik adaletin de talebidir. Barış ve ekmek iç içedir. Kürt’ün hakkı ile işçinin ekmeği birdir; biri olmadan diğeri eksik kalır, tamamlanamaz. Savaşın son bulduğu, kaynakların toplumsal refaha yönlendirildiği bir Türkiye hem ekonomik olarak nefes alabilir hem de demokratikleşme yolunda ilerleyebilir.
Halk için bütçe, barış için ekonomi
Muhalefeti bastırmak için hukuksuzlukta ısrarın daha da büyüttüğü ekonomik kriz, yalnızca kötü yönetimin değil, sınıfsal bir tercihin sonucudur. 2026 bütçesi bu tercihin devamıdır. Sermayeyi, savaş aygıtlarını ve rantı koruyan bir bütçe önümüze konuyor. Servetten ve ranttan değil, emekten ve alın terinden yüksek veriler alan bir bütçe var. Oysa halkın ihtiyacı olan; üretimi, istihdamı, eğitimi, sağlığı ve sosyal adaleti önceleyen bir bütçedir.
Türkiye’nin önünde iki yol var: Ya halkın emeğini, doğasını ve geleceğini sermayeye ve savaşa teslim eden bu politikalarda ısrar edilecek, ya da “barış ve ekmek” diyenlerin sesi güçlenecek. Bugün en yakıcı ihtiyaç hem adil bir bölüşüm hem de kalıcı bir barıştır.
В условията на икономическа криза Турция преживява един от най-тежките периоди на неравенство в доходите в своята история. Животът на наемните работници, пенсионерите и безработните става все по-труден с всеки изминал ден.

