Demokratik entegrasyon; bir toplumun ya da halkın kimliğini inkâr etmeden, onu eritmeden, yok saymadan; tarihini, kültürünü, inancını ve değerlerini tanıyarak, eşitlik temelinde bir siyasal merkeze bağlanabilme sürecidir. Bu ne zoraki bir asimilasyon biçimidir ne de gevşek bir birlikte yaşama masalı. Demokratik entegrasyon, farklı toplumların ve ahlaki dünyaların ortak bir siyasal zeminde yan yana durabilme iradesidir. Zamana yayılan, güven üreten ve kurumsallaşan bir süreçle mümkündür.
Bugün Ortadoğu’nun temel krizi tam da burada yatıyor. Ortak bir merkez yoktur; var olan merkezler ise toplumu taşıyacak meşruiyeti çoktan kaybetmiştir. Yaklaşık iki yüzyıldır bu coğrafyaya giydirilmeye çalışılan ulus-devlet modeli, 21. yüzyılın ikinci yarısına yaklaşırken saklanamayacak biçimde çözülmektedir. Tek adam rejimleri, hanedan yapıları, kutsallaştırılmış devlet formları ve tarihten devşirilmiş mitler artık toplumu ikna etmiyor. İran, Arabistan ve Afganistan hazır ideolojik şablonlarla; Suriye ve Irak ise aileler üzerinden kurulan çıplak baskıyla yönetildi. Bu ülkelerde merkez vardı ama toplum yoktu; ya da toplum vardı ama merkeze ait değildi. Sonuç, çatlamış merkezler ve parçalanmış toplumlardır.
Türkiye bu tablonun içinde ayrıksı bir yerde duruyor. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren nüfusun küçük ama etkili bir kesimi devleti ve hukuku kendi yaşam biçimine göre şekillendirdi. Bugün yaklaşık yüzde yirmilik bir kesimin ahlak anlayışı, büyük ölçüde yazılı hukuk üzerinden tanımlanıyor; insani sınırlar çocukluktan itibaren suç ve ceza diliyle öğretiliyor. Kapitalist modernitenin çerçevesini çizdiği bu yazılı ahlakı, sol ve sosyalist gruplarda dahi görmek mümkündür. Elbette bu bir tercihtir ve saygı duyulur. Ancak Türkiye’nin tamamı böyle değildir. Kürt halkı başta olmak üzere Anadolu’nun birçok kasabası ve köyü, binyıllar boyunca kolektif vicdan ve toplumsal ilişkiler üzerinden şekillenmiş ahlaki yapılara sahiptir.
Kürtler açısından bu yapı, özellikle 1980 sonrası yeni bir aşamaya geçti. PKK’nin etkisiyle, klasik sosyalizmin emek merkezli değer anlayışından farklı olarak, insanın salt insan olduğu için değerli kabul edildiği bir paradigma gelişti. Kadın özgürlüğü, demokratik toplum, politik birey ve ekoloji ekseninde şekillenen bu yaklaşım, Ortadoğu’da ilk kez bu genişlikte ve bütünlükte üretilmiş toplumsal bir paradigmadır.
Bugün asıl soru şudur: Bu farklı toplumsal ahlaklar, haklar ve kültürel kimlikler hangi merkezde, nasıl bir araya gelecek? Ya da farklı merkezlerde bir arada yaşamanın siyasal ve hukuki şartları ne kadar olgunlaşmıştır? Bu soru yalnızca Türkiye içi bir mesele değildir; bölgesel boyutu da vardır. Rojava tartışması bu bağlamda ele alınabilir. Rojava ile kurulacak karşılıklı güven temelinde, siyasi ve hukuki garantiler sağlandığında iki taraf için kazan-kazan üretebilecek iş birliklerini tartışılabilir kılıyor. Bu yaklaşım ne ilhak ne de zoraki bağlanma anlamına gelir; aksine güvene dayalı, aşamalı ve rızaya dayanan bir siyasal ilişki ihtimalini ifade eder.
Suriye, İran ve Irak bağlamında bu rolü üstlenebilecek merkezler bugün için zayıftır. Şam’ın meşruiyet üretme kapasitesi yapılan görüşmelerle birlikte hala şüphelidir. Tahran içten çökmüş bir kabuk hâline gelmiştir; Irak ise parçalı bir yapı sergilemektedir. Bu tabloda Ankara’nın tarihsel bir avantajı vardır. Bu topraklar, Kürt-Türk ilişkilerinin bin yıllık bir siyasal hafızasını taşır. Üstelik Türkiye, Suriye, Irak ve İran Kürtleri büyük ölçüde seküler, demokratik ve benzer bir siyasal paradigma etrafında dünyaya bakmaktadır. Akrabalık bağları, toplumsal ilişkiler ve ortak deneyimler entegrasyon için güçlü bir zemin sunmaktadır.
Ancak bu imkânın dünya ölçeğinde kabul gören temel bir şartı vardır: Demokratik cumhuriyet ve demokratik entegrasyon. Ankara için bu dönem, güvenlik kaygılarını gideren ve anayasal güvence sağlayan bir yol haritası oluşturma fırsatı sunuyor; doğru yönetilirse bölgesel kazanımlar sağlayabilir. Bunun anlamı, Kürt halkını bir güvenlik başlığı olarak değil; tarihi, dili, sanatı, kutsallıkları ve değerleri olan bir halk olarak tanımaktır. Demokratik entegrasyon; Edirne’ye, Amed’e, Kobani’ye ya da İzmir’e aynı mesafeden bakabilmeyi gerektirir. Bu zor bir iştir. Çünkü bu ülkede kimine göre Türklük, kimine göre devlet, kimine göre hukuk, kimine göre Batı kutsaldır. Yani zihinler dağınıktır.
Ama demokrasi tam da aklı farklı çalışanlar içindir. Demokratik entegrasyon bölücü değil, birleştiricidir. Toplumu devlete karşı korur, devleti de taşıyamayacağı yüklerden kurtarır. Ortadoğu’da yeni bir merkez ya da merkezler kurulacaksa, bu merkezler zorla değil; tanıyarak, kabul ederek ve eşitleyerek kurulacaktır. Aksi hâlde merkezsizlik krizinin bedelini herkes ödemeye devam edecektir.
Demokratik entegrasyon; bir toplumun ya da halkın kimliğini inkâr etmeden, onu eritmeden, yok saymadan; tarihini, kültürünü, inancını ve değerlerini tanıyarak, eşitlik...

