Onu kaybettiğimi anladığımda saat sabahın altısıydı. Hava karanlık, oda karanlık, sağa baktım yok, sola baktım yok, ışıkları açtım, yatağın altına elbise dolabına her yere baktım, yok. Ne kadar ararsam arayayım kendimi bulamıyorum. Dahası kısa sürede fark ettim ki, kendimi bilmiyorum da. Yani kaybettiğimden eminim de, neyi aradığımdan emin değilim. Bir insanın kendisi neye benzer, hiç düşündünüz mü? Mesela siz kendinizi kaybettiğinizde nasıl buluyorsunuz? Örneğin anahtarınızı kaybetseniz, onu ararken neyi bulacağınızı biliyorsunuzdur. Kendini kaybedince bu da bilinmiyor. Hele benim gibi hayatı boyunca kendiyle hiç yüzleşmemiş, kendine hiç bakmamış biriyseniz işiniz çok zor.
Hava aydınlanınca en yakın arkadaşımı aradım ve durumu anlattım. “Geçmiş olsun, nihayet bunun farkına vardığına sevindim” dedi. “Nasıl yani?” sözü ağzımdan çıkıverdi. Meğer ben uzun zamandır kendimde değilmişim, kendimi kaybedeli yıllar olmuş, benim dışımda herkes bunun farkındaymış ama kimse bunu yüzüme söyleyemiyormuş. “Ne biçim arkadaşsın yahu?” dedim kızarak. “Böyle bir şey söylenmez mi? Nasıl bulacağım şimdi kendimi? Bu kadar zaman geçtiyse kim bilir ne haldedir. Ben olmadan yaşayamaz ki. Bana yardım et, bir fikir ver, nasıl bulabilirim onu?”
Arkadaşım telefonun ucunda bir süre sessizce bekledi ve “İstersen bir doktora görün” dedi. “Belki doktorlar kendini bulmana yardımcı olabilirler.” Telefonu biraz kırılmış biçimde kapattım. Dalga mı geçiyordu bu kız, beni başından mı savıyordu? En yakın arkadaşım bile böyle ciddi bir konuda bu kadar sorumsuz davranıyorsa ben ne yapacaktım? Bu devirde eş, dost, akraba, hepsi yalandı; kendinden başka kimseye güvenmeyecektin. İyi de, ben kendini kaybetmiş biriydim. O da yoksa, kime güvenebilirdim?
***
Bir süre böyle şeyler düşündükten sonra, aklıma daha iyi bir fikir gelmediği için bir doktora danışmaya çaresizce razı oldum. Doktora durumu detaylı şekilde anlattım, hiç cevap vermeden ışık tutup gözlerime, ağzıma filan baktı, stetoskopu sırtıma dayayıp öksürmemi istedi. Nihayet beni masada karşısına oturtup teşhisini koydu: “Siz kendinizi kaybetmişsiniz.” Allah’tan kendimde değildim yoksa kendimi tutamayıp ters bir şey söylerdim: “Doktor Hanım, zaten buraya girdiğim anda bunu söyledim ya size. Bana benim bildiğim şeyi söylemek için mi bunca eğitim aldınız?” Doktor yanıt vermeye tenezzül etmeden bir reçete yazıp elime tutuşturdu: “Yapacağım bu kadar, daha fazlası beni aşar” dedi. Reçetede sadece Aspirin yazıyordu. Ayağa kalktım ve gözlerimi doktora dikip öylece bekledim. Doktor biri onu dinliyormuş gibi sağına soluna baktıktan sonra alçak sesle: “Bence devlete başvurun” dedi. “Devlet bu işleri bilir. Ama bunu benim önerdiğimi kimseye söylemeyin.”
Devlet deyince karnıma bir ağrı girdi. Biz küçük insanlarız, normal insanlarız. Anamız bize “terli terli su içme” der gibi, “aman yavrum devletle işin olmasın, devlete hiç bulaşma, ahir ömrünü öne çıkmayıp geride kalmayarak devletten mümkün olduğunca uzak geçir” derdi. Böyle öğrendik, böyle büyüdük. Devlet dedin mi, sırtına ürperti saplanan kendi halinde insanlarız biz. Hoş, kendini kaybetmiş biri nasıl kendi halinde olur o da ayrı konu… İlk anda korksam da, bunca yıl ödediğim vergileri düşününce cesaretim yerine geldi. Böyle bir zamanda devlete başvurmayacaksam ne zaman başvuracaktım? Karşıma ilk çıkan devlet dairesine girdim, sıra numaramı alıp beklemeye başladım.
Çok geçmeden bir masanın önündeki dijital panoda numaram çıktı, “İyi günler memur hanım” dedim. “Memure” diyerek düzeltti. “Canım hangi devirde yaşıyoruz?” dedim dostça gülümseyerek. “Hanım dedim ya zaten. Kadın polislere ‘polise’, kadın berberlere ‘berberiye’ mi diyeceğiz? ‘Hemşir’ diye bir sağlık personeli var da, biz kadınlarına ‘hemşire’ mi diyoruz yoksa?” Bu laflar ağzımdan nasıl çıktı anlayamadım. Resmen yalakalık yapıyordum. Soğuk şakalarıma gülerse, karşımdakinin ‘devlet’ olmaktan çıkıp ‘millet’ olacağını, o zaman içimdeki korkunun da hemen kaybolacağını filan düşünüyordum herhalde. Ama ‘memure’ gülmedi, hatta beni duymamış gibi davrandı. Tepkisiz bir ifadeyle beni süzüp: “Kendinize gelin, bu devlet sizin gibi kendini bilmezlerle zaman kaybedemez.” dedi ve elime bir kağıt tutuşturdu: “Kendin şu adreste. Adresi ezberle ve bu kağıdı yok et.”
***
Oradan nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Memure Hanım riske girerek bana yardım etmişti. Adresi ezberleyip kağıdı yaktım. Navigasyonun yardımıyla kısa sürede kendimi buldum: Göz gözü görmeyen, sığınak gibi yerde, bir duvar dibinde yatıyordu. Telefonumun ışığını açmaya kalktım beni durdurdu. “Beni bu halde görmeni istemiyorum” dedi. “Beni hep en iyi halimle hatırla, bu halimle değil.” Yanına yaklaşıp onu kucaklamak ve bir hastaneye götürmek istedim. Buna da engel oldu. Yaklaşınca fark ettim ki her yerinden bıçaklanmış, çevresi bir kan gölü haline gelmiş. “Sana ne yaptılar?” dedim. “Kim yaptı bunu? Kimler?”
“Sen yaptın” dedi kendim. “Bunların hepsini sen yaptın. Bu nedenle kaçtım. Kıymetimi hiç bilmedin, beni hiç sevmedin, beni hep suçladın. Tüm bunlara tahammül edemeyeceğimi anladığımda seni terk etmeye karar verdim. Ben artık senden geçtim. Var olmaya gücüm kalmadı. Kendine başka kendiler bul ve beni unut lütfen.”
“Nasıl olur?” dedim ağlayarak. “Kim kendinin yerini tutar? Kendi olmayan bir insan nasıl yaşar?”
Eskiden, şarkı sözlerini ata sözlerini yapı bozumuna uğratma oyunu oynardık kendimle. Sanki o da o günleri anımsamış gibi fısıldadı bana: “Ne olduğun gibi görün, ne de göründüğün gibi ol.” Kendimi orada bırakıp dışarı çıktım. O karanlık dehlizde sayısız kendiler vardı, hepsi dövülmüş, bıçaklanmış, can çekişiyordu. Adresi söylersem Memure Hanım zor durumda kalır ama siz de benim gibi ararsanız kendi kendinizi bulabilirsiniz. Tabii eğer kaybettiğinizin farkındaysanız ve onu bulmaya gerçekten hazırsanız.
Artık bütün günüm telefonumda kaydırma yaparak geçiyor. Böyle mutluyum, anlam arayışlarına gerek yok. Dışarıdan bakanlar kendimi çoktan kaybettiğimi hemen anlıyor. İçimden neler geçtiğini ise kendim bile bilmiyor.

