Yapımcı ve gazeteci Çiğdem Mater, bu yazıyı tutuklu bulunduğu Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda (M12) T24 için kaleme aldı.
Sevgili sırrı Süreyya Önder’in anımsattığı gibi, hapishaneler de memlekettendir ve memleketin bu yakasında sağlık koşulları alarm veriyor. Bu alarm zilleri yeni değil, hep çalıyordu. Belki şimdi, şerri hayra çevirme vaktidir. Memleketin dört bir yanındaki hapishanelerdeki yaşlı ve hasta kadın ve erkeklerin derhal tahliye edilmesi gerekiyor.
Memlekette hukuk hiçbir zaman olması gerektiği gibi olmadı. Sesleri inatla hiç duyulmayan on binlerce insan on yıllarca hukuksuzluğa uğradı. Yani son birkaç yıldır olan biten bize has değil. İlk tutuklandığımız günden beri söylüyorum. Tekrarda beis yok. Herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak. İlk değiliz, ne yazık ki son da olmayacağız anlaşılan.
Not defterimde şöyle bir bilgi var. Ekim 2025’ten. Türkiye cezaevlerinin kapasitesi 304 bin 964. Mevcut nüfus ise 413 bin 780. Bu sayılar Adalet Bakanlığı’ndan. Aynı gün yayımlanan bir rapor ise Türkiye’nin her 100 bin kişi başına düşen 356 tutuklu ve hükümlüyle Avrupa Konseyi şampiyonu olduğunu söylüyor. İkinci sırada 261 kişiyle Azerbaycan var.
Cezaevlerinin kapasitesinin çok üzerinde insan barındırdığını söylemek için en azından benim istatistiklere ihtiyacım yok. Zaten görüyorum, yaşıyorum. Tabii ki algıda seçicilik, mekânım cezaevi olunca cezaevleriyle ilgili sayılar, istatistikler merakımı daha çok cezbediyor. Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi de tıpkı diğer cezaevleri gibi kapasitesinin üstünde tutuklu ve hükümlü kadının zorunlu ikametgâhı. Aramızda elbette yaşlı ve veya ağır hasta kadınlar da var. Sayılarını bilmiyorum, bilmiyoruz. Cezaevlerindeki yaşlı ve hasta sayılarını ilk tutuklandığım haftalarda cezaevinde merdivenleri çıkmakta zorlanan epeyce yaş almış bir kadını gördüğümde merak etmiştim. Merakım uzunca bir süre giderilemedi çünkü hiçbir açık kaynakta resmî rakam yoktu. Bakanlık açıklamıyordu. Türkiye’de uzun zamandır bu meseleleri belgeleyen nadir kuruluşlardan İnsan Hakları Derneği (İHD), Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST) raporlarında rakamları „en az“ şekliyle paylaşıyorlar. Zira resmî açıklama yok. Cezaevlerinden kendilerine ulaşan bilgileri bir araya getirerek bir sonuca ulaşmaya çalışıyorlar. Epeyce zor bir iş. Bu kurumların bin bir emekle oluşturdukları raporları gördükçe aklımda hep aynı soru. Bu sayılara benim Bakırköy’de, maltada karşılaştığım ailesi, parası, ziyaretçisi, avukatı olmayan, gündelik hayatını yardım almaksızın sürdüremeyen adlî tutuklu ya da hükümlü kadınlar dahil mi? Hiç sanmıyorum.
Son birkaç yıldır, özellikle de son bir yıldır siyasi davalarla hemen her kanattan bildik insanlar hapishaneleri doldurunca, on yıllardır ülkedeki cezaevi koşullarına dair uğraşan, emek harcayan, ses çıkaran bir avuç insan dışındaki bir kalabalık az da olsa hapishanelerde neler olup bittiğini duymaya, görmeye başladı. Her şeyde bir hayır vardır. Var mı demeli?
Bir yandan, çoğunlukla Silivri 9 No’lu olsa da memleket cezaevlerinin koşullarını duymaya başladık. Bir yandan da Adli Tıp kararları gündeme gelir oldu. Afyon Cezaevi’ni Elif Atayman sayesinde, kuyu tipi cezaevlerini Mehmet Ali Çalışkan vesilesiyle bilir olduk. Furkan Karabay müthiş edebi diliyle Silivri 5 Nolu’daki adlî koğuşunu gözlerimizde canlandırdı. Hem seviniyorum bunları daha geniş kalabalıklar öğreniyor diye (evet sevindiğim şeye bakın!), hem de insanlar yıllardır kuyu tiplerini de, üst üste yatılan kalabalık koğuşları da, sağlık koşullarını da ter ter tepinerek anlatıyordu. Hiçbirimiz duymuyorduk diye sinirleniyorum. Ama herhalde bir çeşit lanet bizimkisi. Başımıza gelmeden anlamıyoruz. Hatta ne fena ki bazen başımıza gelince bile anlamıyoruz. Bu kulaklar son dalgada tutuklananlardan birinin „ağırlaştırılmış müebbet koşullarında tutuluyoruz“ feryadını da duydu. Sanki o koşullar, ağırlaştırılmış müebbede revaymış gibi. „Bize FETÖ’cüler gibi muamele ediyorlar“ diyeni de… Sanki suça göre muamele hukukiymiş gibi.
Neyse. Tutuklu ve hükümlüler, hem „süreç“ hem de Ayşe Barım ve Murat Çalık başvuruları nedeniyle iyice gündem olunca üç küsur yıldır peşinde olduğum rakamların şimdiye kadar en resmî denebilecek versiyonuna, 1 Ağustos 2025’te Feti Yıldız’ın attığı bir tweet ile sonunda ulaştım. Tamam, Adalet Bakanlığı açıklaması değil ama yani sonuçta Feti Yıldız bence resmî kabul edilebilir. Feti Yıldız, 24 Ocak 2013 ve 1 Ağustos 2025 arasındaki 12 küsur yılda Adli Tıp Kurumu kararıyla „3 bin 513 adli suçlardan, 173’ü terörden olmak üzere toplam 3 bin 686 hükümlünün tahliye edildiğini“ yazmış. 1 Ağustos 2025 itibariyle hastane aşamasında işlemleri devam eden „3 bin 8 adli ve 219 terör dosyasından toplam 3 bin 227 tutuklu ve hükümlü“ varmış. Yani aynı tarihte Adli Tıp Kurumu aşamasındaysa „286’sı adli, 16’sı terörden olmak üzere 302 kişinin“ dosyası görülüyormuş. Yani Türkiye cezaevlerinde resmî kayıtlarda Ağustos ayında toplam 3 bin 509 kişi hastane ya da Adli Tıp’tan rapor bekliyordu. Bu rakamlar Kasım sonuna yaklaştığımız şu günlerde, yaklaşık 4 ayda ne kadar değişti bilmiyorum.
Adli Tıp, Ayşe Barım için „cezaevinde kalamaz“ dedi. Murat Çalık için „kalabilir“. Barım için sevindik, Çalık için üzüldük. Diğer binlerce insanla ilgili fikrimiz yok. Misal Bakırköy’de zaman zaman maltada karşılaştığım, adını bile bilmediğim, adlî bir dosya nedeniyle burada olduğunu bildiğim 82 yaşındaki kadın bu rakamlara dâhil mi, bilmiyorum. 82 yaşında burada ne işi olduğunu bilmediğim gibi. Adli Tıp Kurumu kararları ile hasta ve yaşlı tutuklu ve yükümlülerin durumu süreç nedeniyle de gündem olunca, arada çeşitli televizyon ve gazetelerde bir bıyık altı gülme eşliğinde, „bunların da hepsi hasta çıktı“ yorumlarına denk gelir olduk.
Şimdi size çok şaşıracağınız bir haberim var. İnsan hasta olan bir canlı! Valla, az ya da çok, ağır ya da hafif, hastalanıyoruz. Kimimizin bağışıklık sistemi daha güçlü, kimimizin değil. Rakamlara dönelim. Cezaevlerindeki toplam nüfus 413 bin 780. Adli Tıp ve hastane süreci devam eden kişi sayısı 3 bin 509. Evet insanlar zaten hasta olan canlılar ve cezaevi koşullarının bu hastalıkları tetiklemekteki rolünü yok saymak da en basitinden safdillik, izansızlık olur. Normal hayatımızda kronik bir hastalığımız olmadığını varsayalım, ki misal benim yok, cezaevinde hasta olmamak için dışarıdakilere nazaran tabii ki çok daha dikkatli olmak gerekiyor. Hapishane koşullarında ilaca erişim de, doktora, hastaneye gitmek de bir eziyet. Ben misal „hastanelik olmadan buradan çıkacağım“ diye söz verdim kendime. Tahtaya vurun, nazar değmesin! Şimdilik sözümde duruyorum ama normalde üç yıldır dışarıda olsam takip edilecek bir sürü şeyim takip edilmiyor. Hastaneye gidip yaptırmak mümkün. Ama zorunlu bir durum, bir aciliyet olmadığı sürece o ring aracına, o kelepçeyle binmeye beni kimse ikna edemez. Ben 3 yıl diyorum. Memlekette, hapishanelerde 5 yıldır, 10 yıldır, 20 yıldır doktor görmemiş insanlar var. Biliyoruz, duyuyoruz.
Demem o ki, sevgili sırrı Süreyya Önder’in anımsattığı gibi, hapishaneler de memlekettendir ve memleketin bu yakasında sağlık koşulları alarm veriyor. Bu alarm zilleri yeni değil, hep çalıyordu. Belki şimdi, şerri hayra çevirme vaktidir. Memleketin dört bir yanındaki hapishanelerdeki yaşlı ve hasta kadın ve erkeklerin derhal tahliye edilmesi gerekiyor. Bunun için herhangi bir hukuki düzenlemeye de ihtiyaç yok. O bıyık altından gülenlere de ufak bir not: Hukuksuzluk sadece bize olmadı. Herkesin başına gelebilir. Sonra „biz hastayız“ demeyin.
(ÇM/AB)

